top of page

Adaleti Dünyaya İndirip Tanrıyı İnsana Bırakmanın Zamanı...


Öncelikle, bu satırları yazarken iki nedenden dolayı oldukça zorlandığımı belirtmeliyim. Birinci neden, şu an için aktif olarak parçası olamadığım bir sürecin hissettirdiklerine dair yazmaya çalışmak; ikinci neden ise devam eden bir sürece dair yazmaya çalışmak... Ancak ülkeye dışarıdan baktığımda, “erken konuşmuş olma” riskini de alarak direnen arkadaşlarımın başarısına dair birkaç yorumda bulunmam gerektiğini düşünüyorum. Bu birkaç yorumu, üç noktada toplamak mümkün: Dış basında sürecin nasıl sunulduğu, sürecin sunulandan farklı olarak başka nasıl yorumlanabileceği ve sürecin nereye varabileceği.

Direnişin ilk günlerinde, Türkiye’deki basın kuruluşlarının yaptığı gibi ülke dışındaki basın kuruluşları da sürecin haber değerini görmezden gelirken neden sonra gelişmeler karşısında sarsılarak ve tabi ki Türkiye’deki muadillerinden hızlı davranarak süreci “Türk Baharı” gözlüğüyle ve yer yer “Çılgın Türkler” temasıyla sunmaya başlamıştır. Burada iki ön kabulün mevcut olduğu söylenebilir. Birincisi, Orta Doğu’da bir “Bahar” yaşandığı ön kabulü; diğeri ise ulus-devlet temelinde milliyetçi bir yeniden dirilişin yaşandığı ön kabulü. “Acaba, bu ön kabullerden hareket edenler süreci yorumlamakta yanlışa düşüyor olabilirler mi” diye düşünmeden edemiyor insan. Acaba, Türkiye’de, daha 2002’de, “Arap Baharı” ufukta yokken “Müslüman-Türk Baharı” gerçekleştirilmek istenmiş, fakat ağaçların yaprakları vaktinden önce dökülmüş olabilir mi? Bu soruya verilecek bir “evet” cevabı, direnişin indirgenmek istenildiği kısır bir oluşum olma halinden oldukça farklı bir birlikteliği ve bu açıdan belki de 1919-1923 arası dönemdeki birlikteliği andırıyor oluşu da anlamlı hale gelmekte. Ancak o yıllardan farklı olarak bu birlikteliğin bir lideri yok. Bu da direniş sonrası düzenin oluşumu noktasında farklı bir umudun kaynağı...

Direnişin bir liderinin olmayışı hem risk hem de avantaj olarak görülebilir. Risk, neo-liberalizmin yeni bir güç merkezi yaratma kabiliyetidir ki bu ciddi bir risktir. Öte yandan aynı sebepten ötürü, Recep Tayyip Erdoğan’ın kişiliğinde sembolleşen iktidar yapısının değiştirilmesi gündeme geldiğinde bu yeni güç merkezinin, direnen tüm yapıları –çapulcuları- aynı anda kontrol altında tutması zor olacaktır ki bu yaratılan birlikteliğin en önemli avantajıdır.

Dahası bu birliktelik iki çok önemli zorluğu aşmış görünmektedir. Örneğin, geçmişte, direnme potansiyeli taşıyan gruplar için oldukça zor görünen aynı anda birçok cephede mücadele edebilmekti. Son yıllarda, Türkiye’de uzmanlıkların sayısının artmasıyla ve daha da önemlisi uzmanların bilinçli hale gelmesiyle, ayrıca sosyal medyanın olumlu etkisiyle birlikte bizim neslimiz bu zorluğun üstesinden biraz olsun gelmiş görünmekte. Öte yandan sosyal medyanın insanın gazını alan, ayfonla afyon etkisi diyebileceğimiz olayı da bu süreçte kırılmış gibi... Bunlar yukarıdaki avantajı destekleyen gelişmeler...

Ama çok daha önemli bir soru hala cevapsız... Direnenlerin taleplerinin karşılanması, yani “Gezi Parkı’nın park olarak kalması; emniyet müdürü, vali ve yaşanan şiddetten sorumlu görevlilerin istifa etmeleri; gaz bombası kullanımının yasaklanması; gözaltına alınanların derhal serbest bırakılması; müşterek alanlardaki toplantı ve eylem yasaklarına son verilmesi” zaten yapılması gereken olmakla birlikte bunun bir adım ötesini de düşünmek gerekmektedir: Nasıl bir gelecek istenmektedir? AVM, nükleer tesis ya da HES yerine barış ve adaleti inşa etmek isteyen herkes bir yandan da "nasıl" sorusuna cevap aramalıdır.

İşte, bu noktada, gelecek planlarının iktidardan değil zihniyetten kurtulmak üzerine kurulması gerekmektedir. Max Horkheimer, Türkçe’ye Geleneksel ve Eleştirel Kuram (2005) olarak çevrilen çalışmasının bir yerinde şöyle der: “Adalet tanrıda ise dünyada aynı derecede bulunmuyor demektir.” Orta Doğu’da aslolan durumdur bu ve Türkiye’nin de etkisinden bir türlü kurtulamadığı kısır döngü... Bu nedenle, adaleti dünyaya indirip tanrıyı insana bırakmanın zamanı gelmiştir. Bu birliktelik, doğaya uygulanan adaletsizliğe karşı gelen bir anlayışla başlamıştır ve ardından, din ya da muhafazakarlık adı altında topluma dayatılan tüm adaletsizliklere karşı cephe almıştır. Dahası, bu birliktelik, başarabilecek güçte olduğunun sinyalini vermektedir. Çünkü direnenlerin hepsi inançlı insanlar; her şeyden önce adalet ve barışın hakim olabileceği ortak bir geleceğe inanmaktalar.

Bu noktada, 6 Mayıs 2013 tarihli yazımın bir bölümünü yinelemeliyim:

"Ben, o ilkeli insanların, her şeye rağmen boşuna ölmediklerini biliyorum. Bugün, Türkiye’de toplumsal hareketlerin ulaşmış olduğu umut verici noktaya, onların bedenlerini ortaya koyarak yaktıkları ateş sayesinde ulaştığımızı düşünüyorum. Bundan sonraki adım ise onların çok isteyip de başaramadıklarına odaklanmak, yani birlikte hareket edebilmektir. Bunun içinse empatiye ve toleransa ihtiyaç duyduğumuz açıktır. Ancak bu şekilde, iktidarların insanları hapsettikleri kısır döngüden kurtulmak mümkün olabilir."

Sanıyorum yapılması gereken, bir araya gelmesi oldukça zor olan böylesine büyük bir enerjiyi bulmuşken barış ve adalet için kullanmaktır.

Comments


bottom of page