Avrupa Birliği’ne Uyum ve Çevresel Etki Değerlendirme
18 Aralık 2015 Cuma günü, Türkiye, Balkanlar ve hatta Avrupa için çok önemli olduğunu düşündüğüm bir çalıştay gerçekleştirildi. ENV.net Projesi çerçevesinde kurulan ağın Türkiye ortağı TEMA Vakfı’nın ev sahipliğinde gerçekleştirilen Avrupa Birliği’ne Uyum ve Çevresel Etki Değerlendirme Çalıştayı’nda temel amaç, ülkemizde Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) sürecinde yaşanan sorunların, vatandaşın sürece katılımıyla aşılması noktasında, ortak bir gündem yaratmaktı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan yetkililerle sivil toplum temsilcilerinin ve akademisyenlerin bir araya geldiği çalıştayda, gün boyunca devam eden faaliyetlerin, bu amaca hizmet eden bir giriş niteliğinde olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Çalıştayın, 30 Kasım – 12 Aralık tarihleri arasında Paris’te gerçekleştirilen ve tüm dünyanın dikkatle takip ettiği Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin (BMİDÇS [UNFCCC]) 21. Taraflar Toplantısı’nın (COP21) hemen ardından düzenlenmesi ayrıca önemliydi. Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de Çevresel Etki Değerlendirmenin (ÇED) teori ve pratiğinin masaya yatırılması, iklim değişikliğine karşı mücadele noktasında gerekli görünmektedir. Bu ise hukuk mekanizmalarının ve dolayısıyla sistemin radikal bir vizyonla dönüştürülmesi anlamına gelmektedir. Söz konusu vizyon, neden radikal olmalıdır? Aslında sabah oturumlarında gerçekleştirilen sunumlar ve öğleden sonraki yuvarlak masa tartışmaları neticesinde ortaya çıkan tabloya bakmak, bu soruya cevap vermek anlamına da gelecektir.
TEMA Vakfı Genel Müdürü Doç. Dr. Barış Karapınar’ın açılış konuşması ve tanışma faslının ardından, Çalıştayın ilk sunumunda, Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Begüm Özkaynak, ÇED’in aslında sadece hukuk mevzuatında düzenleme yapmak şeklinde algılanmaması gerektiğini, “indirgenemezlik kuralı” çerçevesinde yeniden hatırlattı. Bu çerçevede, epistemolojik boyutta sosyal indirgenemezliğe ve ontolojik boyutta ise teknik indirgenemezliğe vurgu yapan Dr. Özkaynak, analizlerin, sosyal adaleti dikkate alan çok-boyutlu bir anlayışla ele alınmasına dair bir bakış açısını dile getirdi.
Avrupa Çevre Bürosu (European Environmental Bureau - EEB) Aarhus Konvansiyonu ve Komşuluk Politikaları Birimi’nden Dr. Richard Filcak da yukarıdaki bakış açısına paralel bir bakış açısıyla Avrupa Birliği’nde Stratejik Çevresel Etki Değerlendirme ve Çevresel Etki Değerlendirme ile ilişkili mevzuatı ve bazı örnek olayları ele aldığı bir sunum gerçekleştirdi. Yeri gelmişken Türkiye’nin halen imzalamamış olduğu Aarhus Konvansiyonu’na ilişkin de bir dipnot düşmekte fayda olabilir. 1998 yılında, Danimarka’nın Aarhus kentinde, “Avrupa için Çevre” temasıyla imzalanan Konvansiyonu Türkiye henüz imzalamış değil. Bunun ÇED açısından anlamı, Türkiye’nin, vatandaşın karar verme sürecine aktif katılımı konusunda yeterince sorumluluk almadığıdır. Kaldı ki 3. Köprü ya da nükleer santral gibi büyük ölçekli projelerden HES gibi daha küçük ölçekli projelere kadar birçok konuda ÇED süreçlerinde yaşanan sıkıntıların öncelikle demokratik katılımla ilgili olduğu aşikardır. Demokratik katılımın olmadığı bir ortamda ise doğadaki adaletin yansıması olması beklenen sosyal adaletten bahsetmek mümkün olmayacaktır.
TEMA Vakfı Hukuk Danışmanı Av. Ömer Aykul'un, ÇED hukukundaki sorunlara yönelik çözümlere odaklandığı sunum, yukarıda dile getirilen nosyon çerçevesinde, bir hayli önemli ve işlevsel görünmektedir. Önemli, çünkü sorunlar belki de ilk kez eko-hukuk anlayışla ele alınıyor. Öte yandan işlevsel, çünkü vatandaşın katılımına yönelik pratik hukuki çözümler öneriyor, yani sonuç odaklı... Hem ÇED’e tabi projeler hem de ÇED sürecine tabi olup olmayacağı “seçme-eleme kriterlerine” bakılarak belirlenecek projeler için ortaya çıkan süreçlerde yaşanan sıkıntıların giderilmesi noktasında öne çıkan çözüm önerileri; havza esaslı ÇED uygulanması, parçacıl ÇED uygulamalarından tamamen vazgeçilmesi, stratejik çevresel etki değerlendirmenin devreye girmesi, kümülatif değerlendirme ve alternatif analizin öne çıkması, ÇED sürecinin bölge çevre düzeni planı ile uyum hale getirilmesi, raporlarda bilimsel verilere dayanılması, ÇED süresinin yeniden uzatılması (geçmişte 60 günden 30 güne düşürülmüştü), hukuki mevzuatın çok sık ve ekosistem aleyhine değiştirilmesinin engellenmesi, çok-boyutlu değerlendirmenin yapılabilir olması ve ret hukukunun da devreye girmesi şeklinde özetlenebilir. Önerilerle ilgili olarak, Av. Aykul’un kitap ve makalelerinden daha detaylı bilgi edinilebilir.
Açık ki sunumlarda ortaya çıkan görüş ve önerilere katılmamak elde değil. Bunlara ek olarak, burada düşmek istediğim son bir not ise yukarıda ifade ettiğim radikal vizyona ilişkindir. Bu noktada, enerji ve iklim değişikliği alanında çalışmalar yürüten Prof. Dr. Kevin Anderson’un da vurguladığı duruma dikkat etmekte fayda olacaktır. İklim değişikliğine dair ortaya çıkan bilimsel bulguların, küresel ve yerel ölçekte gerektirdiği “devrimci değişimlerin gerçekliğini” kabul etmeye hazır mıyız? Bence asıl soru budur. Bu kapsamda, ÇED’in en azından iki boyutu olduğunu söyleyebiliriz. İlki, ÇED’e ilişkin hukuki mevzuatın kendisi, diğeri ise buna zemin teşkil eden anlayışa ilişkindir. Bu nedenle, ÇED hukukuna ve bu hukukun uygulanışına yönelik politik müdahaleler, ancak anlayıştaki bir dönüşümle tersine çevrilebilir. Umuyorum, TEMA Vakfı’nın bu önemli çabası kamusal alanda diğer çabaların habercisi olacaktır ve ÇED gerçekten Çevresel Etki Değerlendirmeye hizmet eder hale gelecektir.
Comentarios