top of page

“Benim Acım,” “Senin Acın” ve Barış İhtimali Üzerine


Ölümlerin, acıların ya da zulümlerin yarıştırılması ve politikaların bunun üzerinden meşrulaştırılması, uzun süredir, Türkiye’nin tanımlayıcı bir özelliği durumunda. Söz konusu yarıştırma haline birçok meselenin ele alınış biçiminde rastlamak mümkün. Örneğin, sosyal medyada Hrant Dink temalı bir paylaşımı beğenenlerle Hocalı temalı bir paylaşımı beğenenler neredeyse bir bıçakla kesilmiş gibi ikiye ayrılır ve buna benzer bölünmeler bu ülkede hemen her konuda yaşanır. Benzer bir bölünmeyi, birkaç hafta önce, “Doğu Türkistan’da yaşananlar” konusunda ortaya çıkan gündeme dair paylaşım ve yorumlarda da gözlemlemek mümkündü. En son, Suruç’ta gerçekleşen katliamdan sonra ortaya çıkan tablo ise bu yazının sebebidir. Dolayısıyla bu, akademiden bir yazı olmakla birlikte akademik bir yazı değildir. Çünkü barış özlemi içerisindekiler için çember gittikçe daralmaktadır. Daralan çember, akademi(k) / akademi(k)-dışı ayrımını ortadan kaldırmaktadır ve belki de bunun çok daha önce olması gerekirdi, kim bilir…

Çemberin daralmakta olduğu duygusunu, ilk kez Suphi Nejat Ağırnaslı’nın gidişinin ardından hissetmiştim. Suruç katliamında yitirilen canlardan bir tanesinin –aynı çatı altında bulunduğum bir genç- Murat Yurtgül olduğunu öğrenince bu duygu daha da ağır basmaya başladı. Eskiden “Doğu’da bir yerlerde” bir şeyler oluyordu ve “devletimiz” bir “terör örgütü”ne karşı mücadele ediyordu. Son dönemde ise bir şekilde yollarımızın kesiştiği dostlar, fikrine güvendiğimiz arkadaşlar –aslında yıllardır verilen “mücadele”nin halkların geleceğini karartmaktan başka bir sonuç vermediğini gören herkes- başka bir mücadelenin parçası olmaya başladı. Bu durum doğal olarak mesafeleri kısalttı. Artık özneleşme ve dolayısıyla nesneleşme pratiklerinin kaçınılmaz olarak iç içe olduğunun bilinciyle birçok insan, dışında kalmanın mümkün olmadığı sistemi dönüştürebilmek üzere eyleme geçme kararlılığı sergilemekte. Bu kararlılığının bedelini ödemeye daha başından hazır olan Nejat’lar da çıkmakta, Suruç’ta hiç beklenmedik bir sonla karşılaşan gençler de…

Söz konusu tabloyla ilgili birkaç kelam daha etmeden önce bir ricada bulunmak isterim; “ama gerçekler göründüğü gibi değil” ya da “bu gençler, dünyayı yöneten karanlık güçlerin ekmeğine yağ sürüyorlar” gibi bakış açılarından biraz olsun uzaklaşmaya dair bir rica bu… Bu ve benzeri bakış açıları gelecek inşası noktasında anlamsız; çünkü zaten gerçeklik her zaman göründüğü kadarıyla var olmuştur ve bugün görünen en önemli gerçeklik, savaş politikalarının, çoğunluğun algılarına derinden nüfuz etmiş olduğudur. Öte yandan dünyayı yöneten büyük bir karanlık güç varsa bu, iman ve biatin kardeşliğine dayanan kamplaşma kültürüdür. Kutsallaştırma ve mutlaklaştırma bu kültürün öne çıkan unsurları… Bunun, kitle psikolojisi çerçevesinde birçok analizi yapılmıştır. Dileyenler Freud, Reich, Fromm vb. yazarların ve de onların takipçilerinin çalışmalarına bakabilir.

Türkiye’deki kamplaşma kültürü, Ölümcül Deney (Resident Evil) benzeri, bir virüsün yayılması temelinde kurgulanan bilgisayar oyunu / film senaryoları üzerinden daha iyi anlaşılabilir. Ortada, sistemin kötüye gidişinin sebebi –karşı mücadelenin verilmesi gereken asıl hedef durumunda bir şirket olmasına rağmen, şirketin yaydığı virüsün bulaştığı insanlar zombileştikleri için, mücadelenin, artık her şeyden önce zombilere karşı verilmesi gerekmektedir. Bu durumda, şirketi yapacağını yapmaktan, sistemi dönüştürmesinden alıkoyan bütüncül bir enerji potansiyeli ortaya çıkamamaktadır. Bu analojide, şirket yerine devlet ya da daha genel bir ifadeyle devlet sisteminden nemalanan iktidar(lar)ı yerleştirdiğimizde, her dönemde yeni zombilerin ortaya çıkmakta olduğu söylenebilir.

Peki, bu analojinin Suruç, IŞİD ya da Türkiye’deki kamplaşma açısından anlamı nedir? 24 Temmuz günü Wall Street Journal’da “Kişisel Bir Savaş: Amerika’nın IŞİD’e Karşı Marksist Müttefikleri” (http://www.wsj.com/articles/americas-marxist-allies-against-isis-1437747949) başlığıyla çıkan yazı, meseleyi Orta Doğu genelinde yeniden düşünmeyi mümkün kılmakta. Söz konusu yazı uzun, ama bazı bölümleri özellikle dikkat çekici… Örneğin, yazıda “PKK’nın on yıllardır ABD ve müttefikleri tarafından terörist grup olarak listelenmesine rağmen” bugün IŞİD’e karşı PKK ve Suriye’deki iştirakinin Washington’un savaş alanındaki partnerleri olduğundan söz edilmekte. Yazının şu bölümüyse daha da dikkate değer: “Buna karşılık, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hükümetinin İslam devletine karşı bir savaş için uluslararası çağrılara direndiği aylar süren müzakerelerin ardından, Ankara, Perşembe günü koalisyon hava kuvvetlerinin Türkiye’nin doğusundaki hava üssünü kullanmasına onay verdi.” Bölgede ilginç bir dönüşümün yaşandığı ortada…

Bir zamanlar –yani ortada “Kürt ayrılıkçılığı” dışında bir tehdit algısının bulunmadığı dönemde- Türkiye içindeki ve dışındaki bileşenleriyle NATO koalisyonunun geçsin istediği, ama geçiremediği bir tezkere söz konusuydu. 2014’ten bu yana yaşanan gelişmeler sonucunda ise tezkerenin, bu kez, IŞİD üzerinden ortaya çıkan tehdit algısı temelinde geçirildiği ama bölgede sınırların yeniden çizilmesine yönelik bir kapı aralama amacı taşıdığı söylenebilir. Buna uygun olarak, “Obama’nın IŞİD danışmanı” Brett McGurck, 26 Temmuz’da kendi Twitter hesabından yayımladığı mesajda, PKK’ya yönelik hava saldırılarıyla IŞİD’e karşı ABD-Türkiye işbirliğinin yoğunlaştırılması anlayışı arasında bir bağlantı olmadığını ifade etti. ABD Dışişleri Sözcüsü John Kirby de “PKK bazı durumlarda IŞİD’le savaşmış olabilir ancak bir terör örgütüdür” gibi cümlelerle “durum tespiti”ni yaptı. Barzani de vermiş olduğu demeçle tarafını seçti.

Bu resimde birçok nokta karmaşık ve hakkında konuşmak için henüz erken olabilir; ancak bir nokta oldukça net: Savaş, yeryüzündeki en etkili dönüştürme aracı olarak halklara dayatılmaktadır. Kamplaşmış toplumun birçok üyesineyse virüs çoktan bulaşmış gibi… 26 Temmuz günü düzenlenmesi planlanan ve lakin Valilik tarafından iptal edilen Barış Yürüyüşü bu nedenle çok önemliydi. Çünkü bu yürüyüş, henüz virüs bulaşmamış insanların birlikteliğinin ifadesi. Çünkü burada mesele “ne yapmalı da insanı hiçe sayan sistemde bir dönüşüm yaratılmalı” sorusuna cevap bulabilmektir. Artık şunun farkına varmak gerekmektedir: Sistemde devletlerden büyük terör örgütü, tarikat, din taciri vs. bulunmamaktadır. Çünkü devletleri elinde tutan çıkar grupları buradan nemalanmaktadır. Diğer her şey devletlerin zaman zaman bıraktığı boşlukta oynamaktadır. Dolayısıyla Türkiye Devleti nasıl halkını öldürmekte bir sakınca görmüyorsa Çin, ABD ya da bir başka ülkenin devleti de kendi halkına ve hatta başka halklara benzer şeyler yapmakta sakınca görmemektedir. “Terör örgütü” olarak ifade edilen yapılanmalarsa bu sahnenin küçük ama çoğunlukla kontrol edilemez oyuncularıdır. Burada asıl sorun, iman-biat birlikteliğinin eksik enformasyon temelinde kesişerek insanları kamplaştırmasıdır; yoksa bir acı diğerinden daha az veya daha fazla değerli olamaz.

Bunun farkına varabilmek, virüsün panzehiri olarak değerlendirilebilir. Söz konusu farkına varış, belli bir ulusa mensup olmayan, belli bir dine/mezhebe mensup olmayan, belli bir cinsiyete mensup olmayan, hatta bazı durumlarda insan olmayanların (bkz. Çin’de köpeklerin katledildiği festival) uğradığı zulümlerin aynı kaynaktan beslendiğini görebilmek için de bir başlangıç olabilir. Tür, ırk, cinsiyet, din, mezhep vb. ayrıştırıcı kategoriler çerçevesinde atılan hiçbir adımın sistemi daha iyi yapmayacağı; sadece insanları -o da bir süre için- rahatlatabileceği açıktır. Bu nedenle, iyiye yönelik değişim arzumuzda yeterince dürüst müyüz diye sormak gerekmektedir. Önce kendimize karşı, sonra çevremize karşı… Örneğin, barış için nelerden vazgeçebiliriz? Birlikte yaşayabilmek noktasında hangi çıkarlarımızdan cayabiliriz? Belki sorgulamaya önce buralardan başlamalıyız. Ancak ondan sonra iyiye olan inancı katleden eylemlere karşı daha etkili bir biçimde mücadele edebiliriz.

Not: Bu yazı, daha önce farklı mecralarda yayımlanmıştır.

Comments


bottom of page