top of page

Cami, İktidar ve Orantısızlık


Nisan ayının güzel bir bahar akşamında, Sabancı Üniversitesi - Stiftung Mercator Girişimi İstanbul Politikalar Merkezi’nin Karaköy’deki binasında, “Kamusal Alanda İnanç ve Estetik: Gelenek ve İktidar Arasında İbadet” başlıklı panelini izledim. Panel sırasında birtakım notlar almıştım almasına ama bu konu üzerine bir yazı yazmak yerine notları araştırmalarımda kullanmayı yeğlemiştim başta. Ancak geçtiğimiz hafta sonu Edirne’yi ve tabi ki Selimiye’yi yeniden ziyaretim sırasında yaşadığım bir an, fikrimi değiştirmem yönünde bir etki yarattı. Üzerinde “güvenlik görevlisi” yazılı üniforma bulunan bir kadın, camiye başı açık giren diğer kadınları başlarını örtmeleri konusunda uyarıyordu. Sonrasındaysa bir arkadaşım bu notların kamusallaşması gerektiği konusunda ısrarcı oldu. Sahi, kamusallık ne anlam ifade ediyordu biz faniler için? Panelde konuşulanlar ile Selimiye turunu bir arada değerlendirince bu soru tekrar aklıma düştü. Bu yazı, işte böylesi öznel bir süreç sonucunda kaleme alındı. Bu öznelliğin en azından iki sacayağı mevcut gibi: İlki, kamusal alanın dönüştürülmesi süreci ile kişisel anlam arayışlarımız arasındaki ilişkiye dair; diğeri iktidarın buradaki konumuna… Sanıyorum bu, birçoğumuzun da –özeline değil- öznelliğine temas ediyor.

Nilüfer Göle’nin, “camiler modern dünyaya alternatif bir dünya oluşumunda rol oynayabilirler mi” sorusuyla yön verdiği panelin konuşmacıları Dücane Cündioğlu, Selçuk Mülayim ve Suphi Saatçi idi. Tartışma ister istemez Çamlıca tepesinde yapımı devam eden cami çevresinde şekil buldu. Nilüfer Göle’nin ardından söz alan Suphi Saatçi Çamlıca projesi danışma jürisinde yer alması dolayısıyla süreci açıklayıcı bir üslupla başladığı kısa konuşmasına jüride TOKİ’den beş üyenin bulunmasını eleştirerek devam ederken cami mimarisinde gösterilen özenin neden konut mimarisinde gösterilmediğini merak ettiğini söyleyerek son verdi. Ardından söz alan Selçuk Mülayim, Mimar Sinan’ın yeryüzünün gelmiş geçmiş en büyük tasarımcısı olduğunu dile getirdikten sonra sözü oranlara getirdi. Sinan’ın en büyük keşfi oranlardı. Tıpkı Beethoven’ın herkesin kullandığı notalarla 9. Senfoni’yi yaratması gibi Sinan da herkesin kullandığı sayılar ve malzemeyle hiç kimsenin hayal edemediği projeleri tasarlamış ve daha da önemlisi uygulamıştı. Bu nedenle, onun farkı “doğru” oranları uygulamış olmasındaydı.

Selçuk Mülayim, “modern ibadet diye bir kavramsallaştırma mümkün mü ki modern cami mümkün olsun” diye sorup Mimar Sinan’ın, İslam’ın temel gerekleri çerçevesinde olabilecek en “doğru” camiyi tasarladığını ifade ederken Dücane Cündioğlu kendi konuşmasında buna itiraz etti. Ona göre ibadetin unsurlarının tarihsel olarak değişimi olağandı ve ibadet için “toparlayan” anlamına gelen caminin de unsurlarının değişmesi olağan karşılanabilirdi. Cündioğlu’nun özellikle vurguladığı nokta, toplumumuzun, geleneksel fizikten modern fiziğe geçişin sosyal hayattaki yansımalarından beslenememiş oluşuydu. Geleneksel fizikte dairesel hareket gökyüzüne lineer hareket ise yeryüzüne atfedilmiş olup bu çerçevede tanrı da hareketsizdi. Hareket araz (hastalık belirtisi) kabul edildiği için fizikte olduğu gibi sosyal hayatta ve tabi ki siyasette de dışlanmıştı. Bugün yaşanan tartışmalar da Kopernik devrimini içselleştirememiş olmanın uzantıları olarak kabul edilmeliydi.

İlk tur konuşmaların ardından geçilen soru-cevap bölümünde birbirinden çok farklı olmayan sesler duyuldu. İlk yorum, tartışmaların oryantalist bakış açılarına oturuşunu eleştirirken cami konusunun ibadet edenlerin meselesi olduğunu ifade ediyordu. Ardından “caminin kullanıcısı mı yoksa tasarımcısı mı ön planda olmalı” diye bir soru yöneltildi konuşmacılara ve ayrıca “sosyal bir araya gelmelerin formu değişiyor mu” diye de soruldu. Tüm bunların arasında Çamlıca’ya cami yapılması sürecine eleştirel yaklaştığı açıkça görülen bir mimar, Türkiye’de 1100 adet cami derneği bulunduğunu ve bunların Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan bağımsız olarak cami yaptırma yetkisine sahip olduklarını ifade ederken ülkede cami sayısında yaşanan hızlı artışı da rakamlarla ortaya koydu: 1923-1980 yılları arasında 14.000, 1980-2000 yılları arasında 54.000, 2000-2014 yılları arasında ise 84.000. Cami yapımının rant kapısı olarak görülmesini eleştirdiği açıktı.

Soru-cevap bölümünde yapılan yorumlara ve sorulan sorulara cevaben, önce bir ironi yoluyla Suphi Saatçi ve ardından –biraz da Saatçi’nin yanlış anlaşılmış olma ihtimaline karşı- Nilüfer Göle cami yapımının sadece ibadet edenlerin meselesi olamayacağını, kamusal alana dahil olan herkesin meselesi olduğunu dile getirdiler. Bu açıdan mesele sadece sosyolojik değil, aynı zamanda sanatsal/mimari bir meseleydi de. Çünkü ortada bir kamu eseri söz konusuydu.

İşte Selimiye’ye tüm bu konuşmalar aklımdayken gitmiştim. “Güvenlik görevlisi” kadının, camiye başı açık giren diğer kadınları uyardığına şahit olurken de yine bu konuşmalar aklımdaydı. Güvenlik görevlisi ile başbakanın iktidar algıları arasındaki farkın ne kadar küçük olduğunu düşünüyordum. Yaklaşımlar, aynı bakış açılarının ürünüydü. Çamlıca’daki cami projesine dair düşündüğümde ise proje fikrinin sahibi bir iktidar, kamusal alanın dönüşümüne aracılık eden bir bakanlık ve dönüşümü gerçekleştirmek üzere görev alan bir şirket ve rant olgusu aklıma geliyordu. Panelin başlığında “gelenek ve iktidar arasında ibadet” ifadesine yer verilmişti. Halbuki gelenek de pekala bir iktidar türü olarak ele alınabilirdi. Böyle bir çerçeveden bakıldığında geleneksel veya modern kaynaklardan beslensinler, iktidarların, kamuya ait olan üzerinde tahakküm kurmaları ve bu sayede kişilerin anlam arayışlarını yönlendirmeleri dikkat çekicidir. Böyle bir bakış açısında camiler ya da diğer semboller, iktidarların, inançları yeniden –istenilen yönde üreten- yapıları olarak tezahür etmektedir. Bu noktada mesaj aslında açıktır: “Kamu alanıdır. Girilmez.”

Söz konusu mesaj, şakaya vurulacak basit bir kafa karışıklığından çok daha ciddi bir zihniyet durumunun ifadesi olarak da görülebilir, görülmelidir. Kamusal alanın tahakküm altına alınan bir gerçeklik olarak görülmesi ile özgürce deneyimlenmesi gereken bir gerçeklik olarak görülmesi arasındaki çizgi çok incedir. Bunu, Sinan’dan pay biçerek ortaya koymaya çalıştığımızda, mesele oranlarla ilgilidir. Rasyonalite; anlamdan ve duygudan yoksunluk olmadığı gibi çerçevesi iktidar tarafından çizilmiş aklın dayatılması da değildir. Ölçülülüktür, “doğru” oranı uygulayabilmektir. Bu açıdan Sinan’a doğru oranları uygulatan dönemin birikimini incelemek, tekrar incelemek gerekiyor belki de. Suphi Saatçi’nin ifadesiyle, bugün Sinan yetişmiyorsa Süleyman yetişmediği, çini ustası yetişmediği içindir. Bugün iktidar kamusal alana ölçüsüz bir şekilde nüfuz edebiliyorsa bu, hem ülkedeki iktidar geleneği hem de kamusal alanda sahip olduğumuz birikimle ilgilidir. Çamlıca’da yapılmakta olan cami de her şeyden önce söz konusu ölçüsüzlüğün bir başka örneğidir. Ülkede farklı bir medeniyet gerçekliği ortaya çıkarabilmek içinse önce ona temel oluşturacak birikimi inşa etmek gerektiği açıktır.

Not: Bu yazı, 9 Mayıs 2014 tarihinde, Odatv'de yayımlanmıştır.

Comments


bottom of page