Dinsel İnsan ve Ekolojik Krizin Olağanlaşması
2015’in 1 Temmuz günü doktora tezimi savundum. Ardından annemin sağlığı hızlı bir biçimde kötüleşti ve 16 Eylül günü kendisini kaybettik. Annem, Türkoloji mezunuydu; kanser teşhisi konulana kadar geçen yirmi küsur yıllık çalışma hayatı boyunca çeşitli liselerde edebiyat öğretmeni olarak görev yapmıştı. Öğrencileriyle her daim farklı bir ilişki içerisinde olmuş, onların duygu ve düşüncelerini fazlasıyla önemsemişti. Bu yaklaşım, annemin, okuyup sorgulayan özgür ruhlu insanlardan kurulu bir topluma olan inancıyla doğrudan ilgiliydi. Şimdi annem aramızda değil; fakat biz, özgür ruhlu canlılardan oluşan bir topluma kavuşmak için bir yol bulmak zorundayız. Açık ki bu, özgür ruhlu insanların oluşturduğu toplum vizyonundan da öteye geçmeyi gerekli kılıyor. Bahse konu olan vizyonun gerçekleşme olasılığına dair sorgulamalar, beni, doğa hakkında hiyerarşi temelli bilgi üretimine odaklanmaya; söz konusu sorgulamalarda sonuna kadar gitme ısrarcılığı ise tektanrıcı dinselliği mercek altına almaya itti.
"İslam-Doğa İlişkisinin Politik Ekolojisi" başlıklı tezim, yukarıda ifade etmeye çalıştığım biçimiyle, doğanın çeşitli hiyerarşiler temelinde yorumlanışı sorunsalına odaklanıyor. Bu kapsamda, tezin, iki varsayımı mevcut. Bunlardan ilki, bilginin, doğanın dönüşümünde tarihsel bir role sahip olduğunu söylerken ikinci varsayım, politik ekolojinin, bize, bilgi üretim süreçlerini eleştirmek noktasında yardım edebileceğini söylüyor. Bu iki varsayımdan hareketle, tezde, doğanın yorumlanışının ve ekolojik bilgi üretiminin hakim biçimlerinin, kamusal ve özel alanda, hiyerarşileri tarihsel olarak yeniden ürettiğini iddia etmekteyim. Devamında ise hakim bilginin köklerinde dinselliğin bulunduğunu öne sürüyorum. Burada, dinselliği, bilgiye, kutsallık ve mutlaklık temelinde yaklaşan zihin durumunu ifade etmek üzere kullanıyorum. Buna göre, genel bir eğilim olarak, insan, inanmaya alıştığını –şüpheye yer bırakmayan bir biçimde- kutsallaştırıp mutlaklaştırmaktadır. Bu ise ötekileştirme ve şiddete varan eğilimleri güçlendirmektedir.
Yukarıda ifade edilen gerekçelerle tezde, dinsel insanın kendisini dikkate alan bir yaklaşım benimsiyorum. Bu çerçevede, dinsel insan, zihin yapısı kutsallar ve mutlaklarla yönetilen eril insan olarak yeniden tanımlanırken bu insanın erkek olmak zorunluluğu bulunmuyor. Çoğunlukla tektanrıcı müdahalelerle şekillendirilmiş bu zihin yapısı, öğrenilmiş bilgiyi kutsallaştırma, mutlaklaştırma ve alternatif bilgiyi marjinalleştirme eğiliminde olmaktadır. Bugün, din(ler)i ve bilim(ler)i söz konusu tektanrıcı epistemolojiden ayrı düşünmek mümkün görünmemektedir.
Tarihte, kutsallık ve mutlaklık, doğa ve onun yalnızca bir parçası olan insan toplulukları hakkındaki bilginin temel özellikleri olarak öne çıkmıştır. Örneğin, “Tanrı”nin tekliği fikri, tarihin belirli bir aşamasında kutsal inanç –ve buna bağlı mutlak bilgi- haline dönüşmüştür. Tektanrıcılık da tek olasılık olarak mutlaklaşmış ve hakim bilginin parçası olmuştur. Devamında, evrenin alternatif kavramsallaştırmaları marjinalleştirilmiştir. Doğanın tektanrıcı yorumu, insan topluluklarını da içine alacak şekilde, üyelerinin hiyerarşik örgütlenmesini meşrulaştırmıştır.
Bu kapsamda, Didacus Valades’in 1579 yılına ait tablosu dinsel insanın doğaya yaklaşımının örneği olarak ele alınabilir. Modern dönemde, “katı olan her şey buharlaşsa” da insan zihni tamamen dünyevileşmemiş ve doğa hakkında çeşitli kutsallar ve mutlaklar üretmeye devam etmiştir. Geleneksel fikir ve değerlerin –özellikle (pozitivist) bilim "adamı" eliyle- modern olanlarıyla değiştirildiği bu dönemde, değişimlerin arkasındaki zihniyet, büyük oranda dinsel kalmaya devam etmiştir. Diğer bir ifadeyle, bilim –endüstriyel eğilimlerle birleşerek- doğayı tahakküm altına almanın modern yollarını hedefleyen kendi ritüellerini yaratmıştır. Bilim ve endüstrinin kapitalist sistemlere veya milliyetçi projelere yönelik aktif desteği de bu zihniyetle ilişkilendirilebilir.
Bu noktada, dinsellik tartışması, Max Horkheimer’in, yıllar önce Akıl Tutulması’nda dile getirdiği meseleyi yeniden düşünmemize yardım edebilir: "[Erkek] İnsanın doğayı tahakküm altına alma çabalarının tarihi, aynı zamanda, insanın insan tarafından tahakküm altına alınışının da tarihidir." Doğanın farklı bileşenleri arasındaki tarihsel ilişkinin olağanlaşması, genel olarak eril zihniyete sahip, "dinsel" erkek-insan tarafından üretilen ekolojik bilgiyle yakından ilişkilidir. Egemen, tarih boyunca, kral, halife, yeryüzünün çobanı, devletin başı vb. biçimlerde ortaya çıkarken her seferinde, doğanın eril hiyerarşi temelli yorumlanışını yeniden üretmiştir. Bu nedenle, politik ekoloji, politik kararlarla ekolojik sonuçların arasındaki bağlantıların incelenmesine yönelik bir araç olarak, bu bağlantıların tarihselliğini de inceleyebilir ve dahası bunu yapmalıdır.
Aslına bakılırsa, yukarıda değinilen tarihsel bağlantılar, Carl Sagan tarafından oldukça iyi bir şekilde ifade edilmiştir. Buna göre, biz insanlar, evrenin, politik sistemimize benzeyen bir sistem tarafından idare edildiğini düşünüyoruz. Peki, ya durum böyle değilse? Açık ki doğanın hiyerarşi temelli "mükemmel" düzenine dair bu kanıtlanmamış inanç, kapalı devre bir tarihsel sisteme yol açmış durumdadır. Söz konusu sistem çerçevesinde, doğanın hiyerarşi temelli yorumlanışı hiyerarşi temelli eril toplumsal örgütlenmeden kaynaklanmaktadır ki bu ise aynı toplumsal örgütlenmenin ürünü eril politik sistem tarafından güvence altına alınmaktadır.
Bu kapsamda, ekolojik krizin –doğanın krizinin değil, eril egemen ile öteki arasında doğada cereyan eden ilişkilerin krizinin- olağanlaşmasına şahit olmaktayız. Egemen güç tarafından üretilen ana akım bilgi, ötekinin çıkarlarına karşı olsa da bu durum halen tam olarak sorgulanmamaktadır. Bu açıdan, kabilelerden ulus devletlere ve de dinsel dönemden bilimsel döneme uzanan tarihsel dönüşümlerin, egemenin bilgiyle ilişkisinde köklü bir dönüşüme yol açmadığı ifade edilebilir.
Yukarıdaki tartışma ışığında, türcülükten ırkçılığa ve oradan cinsiyetçiliğe uzanan bir zeminde ötekinin ürettiği bilginin marjinalleştiği söylenebilir. Her ne kadar, bugün, insan haklarının yeniden kavramsallaştırılması gereğini vurgulayan bazı dinsel çağrılar bulunsa da bu çağrılar hiçbir zaman daha geniş bir “biz” algısı çerçevesinde türcülük, ırkçılık ve cinsiyetçiliği aşmayı hedefler görünmemektedir. Bu durumu tersine çevirebilmek noktasında, kaynağından bağımsız olarak özgür ve adil bir topluma yönelik çağrıların, varlıklar arasında hiyerarşik olmayan örgütlenmeye izin verecek şekilde, var oluşun daha geniş bir zeminde yeniden kavramsallaştırılmasına dayandırılması gerekmektedir.
Not: Bu yazının İngilizce hali, daha önce, ENTITLE blog’ta yayımlanmıştır.
Comments