top of page

Hâkim kozmolojinin iflası


İnsan, doğayı durmaksızın dönüştürüyor. 1960’lardan bu yana, söz konusu dönüşümün ekosistemler üzerindeki yok edici etkisini önlemeye yönelik kitaplar, makaleler yazılıyor, uluslararası çapta oluşumlara gidiliyor, anlaşmalar yapılıyor. Tüm bunların öncelikle ekonomiye odaklanması ise tesadüf değil. Ne de olsa endüstriyel kapitalizm, oyunun kurallarını ziyadesiyle değiştirdi. Bu nedenle, ideolojik mücadelenin, ekonomik büyüme yanlıları ile, dünyamızın büyüme fetişini daha fazla göğüsleyemeyeceği fikriyle birlikte, ekonomik büyümenin gerek ekolojik gerekse sosyo-ekonomik adaletsizliği beraberinde getirdiğini savunanlar arasında devam ettiğini söylemek mümkün. Pratikte tarafları sınıflandırmak bu kadar kolay olmasa da, ekolojik sorunların kaynağını hakim ekonomik modelde görenler çoğunlukta. Bense bu yazıda meselenin başka bir boyutuna işaret etmek istiyorum; ekonomik modelin de içinden çıktığına inandığım bir boyuta. Bunu, kısaca, dinsel boyut olarak ifade etmeyi tercih ediyorum. Burada, peşinen belirtmem gerekir ki, din kavramını farklı ve biraz da geniş bir tanım çerçevesinde kullanacağım. Bu temelde, izleyen satırlarda, bugün karşı karşıya olduğumuz ekolojik sorunların, yüzyıllardır toplumlara yerleşmiş hakim kozmolojiden (evren hakkındaki görüşlerden) kaynaklanabileceğini göstermeyi umuyorum.


Kapitalizm, temelde, geçmişte din denilen olgu tarafından yanıtlanan aynı endişeleri, ıstırabı ve kaygıyı gidermeye hizmet eder. Weber’in düşündüğü şekliyle sadece dinsel bir biçimde şartlandırılmış bir yapı olarak değil, özünde dinsel bir olgu olarak kapitalizmin dinsel yapısının kanıtı, bugün hala kişiyi ölçüsüz bir evrensel polemiğe sürükler. (Walter Benjamin, Kapitalismus als Religion, 1921)

Benjamin, din olarak kapitalizm üzerine yazmaya giriştiğinde en azından Max Weber’i ve dostu Ernst Bloch’u okumuştu. Weber, “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” (1905) isimli kitabında, kapitalizm ve din arasındaki ilişkiye değer bağımsız bir anlayışla ve Protestan ahlakının kapitalizmi etkilediği tek taraflı bir denklem vasıtasıyla bakmış; Bloch ise “Devrim Teologu olarak Thomas Münzer” (1921) isimli kitabında Kalvinizmin, Katolikliği, yeni bir din olarak kapitalizmle değiştirme çabasını eleştirmişti. Bu görüşlerin etkisiyle Benjamin, iki dünya savaşı arası dönemin şartlarında kaleme aldığı oldukça kısa fragmanda, kapitalizmle din arasındaki ilişkiyi sert bir biçimde eleştirmişti. Bu eleştirinin bir yeniden okuması olarak, önce din, sonra da din-doğa ilişkilendirmesi hakkında biraz düşünmek gerektiği kanısındayım.


Din kavramının çeşitli tanımları mevcut. Klasik tanımlar, merkezinde mutlak bir varlık fikrinin yer aldığı inançlar ve bunlarla ilişkili rütüellere odaklanırken görece yeni tanımlar, Budizm vb. örneklerden hareketle, mutlak bir varlığın, din kavramı için gerek şart olmadığını iddia ediyor. Bu çerçevede, inançların, ritüellerin veya mutlak bir hakikat fikrinin, insanın içsel ve dışsal doğasında olup biteni anlamlandırmasıyla yakından ilişkili olduğu söylenebilir. Bu ilişki, kişinin Semavi bir dine inanıp inanmamasından bağımsız. Bu yorum, din kavramının etimolojik kökenleriyle de desteklenebilir. Florida Üniversitesi’nde din ve doğa, çevre etiği ve çevre çalışmaları profesörü Bron Taylor’un aktardığına göre, din sözcüğünün İngilizcesi religion, Latincede “bağlamak” veya “sıkmak” anlamını karşılayan leig veya “yeniden bağlanmak” anlamını karşılayan re-ligare sözcüklerinden geliyor olabilir. Din sözcüğünün kendisi de Arapça kökenli olup karşılıklı yükümlülük, boyun eğme veya teslim olma, adli otorite ve doğal yatkınlık veya eğilim gibi anlamları karşılıyor. Tüm bu anlamlar, en azından Semavi geleneğin parçası olan toplumlarda, dinin, hayatta belirli ilke ve kuralları takip etmekle ilgili olduğunu akla getiriyor. Bu ilke ve kurallar, geleneksel dinsel öğretiler çerçevesinde şekillenmiş olabileceği gibi günümüzde bilim çevreleri, siyasi partiler veya spor kulüpleri gibi geleneksel olmayan yapılar aracılığıyla da toplumsallaşmış olabilir.


İlke ve kuralların geleneksel olan ve olmayan kaynakları farklı hakikat mitlerinden beslenirler ve bu mitler birbiriyle bütünleşebilir veya çelişebilirler. Hakikate ilişkin mitler, kişinin, hayattaki belirsizliklere karşı mücadelesinde psikolojik bir destek sağlar. Bu açıdan, bilinçli ve bilinçsizce, söz konusu mitlere başvuran insanı, Homo sapiens, Homo economicus ve hatta Homo colossus (teknolojiyle donatılmış insan) gibi tanımlamaların yanı sıra Homo religiosus (dinsel insan) olarak tanımlamak mümkün. Özetle, dinsel insan, doğayı belirli bir kozmoloji çerçevesinde yorumlayan ve hayata belirli ilke ve kurallarla bağlanan insanı anlatıyor. Bu açıdan, hiçbir insanın, dinsel boyutun dışında kalamayacağı söylenebilir. Dolayısıyla, doğayı dönüştüren insan, dinsel insanın ta kendisi.


“Artık insanların birçoğu dindar değil” diye düşünüyor olabilirsiniz. Haklısınız. PEW Araştırma Merkezi’nin yayımladığı son araştırmalardan bir tanesine göre dindar olmayan (non-religious) insanların dünyadaki toplam sayısı, Hıristiyan ve Müslümanların ardından üçüncü sıraya yerleşmiş durumda. Ancak bu durum, söz konusu insanların inançsız oldukları anlamına gelmiyor. Sadece kendilerini, hakim din yorumu çerçevesinde, var olan dinlerden bir tanesi çerçevesinde değerlendirmedikleri anlamına gelebilir. Bu insanlar da doğayı belirli kozmolojiler çerçevesinde değerlendirip hayata belirli ilke ve kurallar çerçevesinde bağlanmaktalar.

Öte yandan, 20. yüzyılda yükselen ekolojik farkındalığın bir yansıması olarak, din ve doğa çalışmaları da yeni bir disiplin halini aldı. Rachel Carson’ın 1962 yılında yayımladığı Sessiz Bahar (Silent Spring) çevre çalışmaları açısından bir milat olurken Lynn White Jr.’ın 1967 yılında Science dergisinde yayımlanan “Ekolojik Krizimizin Tarihsel Kökleri” (The Historical Roots of Our Ecological Crisis) başlıklı makalesi, özellikle bazı Hıristiyanları fazlasıyla rahatsız etti. White, söz konusu makalede, Yahudi-Hıristiyan kozmolojisinin Ortaçağ Avrupa’sında insanların doğa algısını ve bu yolla da Batı zihniyetinin doğaya bir müdahalesi olarak modern bilim ve teknolojinin şekillenişini nasıl etkilediğini ikna edici bir biçimde gözler önüne serdi. Bir bakıma, bu, hakim kozmolojinin de iflası demekti. Ön plandaki Yahudi-Hıristiyan geleneğe bir alternatif olarak Assisili Aziz Francis’in (Fransisken Tarikatı’nın kurucusu) tüm hayvanları ve insanları Tanrı’nın eşit yaratımları olarak değerlendiren kozmolojisini hatırlatmaktan geri durmadı.


White’ın bu girişimi, kendisinden sonra gelecek ciddi bir akademik yazına öncülük etti. Temel soru, İncil’in, tahakkümü mü yoksa koruyuculuğu mu öğütlediğiydi. White, tarihten örneklerle, ekolojik krizi, modern endüstriyel toplumun bir sorunu olarak gören indirgemeci anlayışa da meydan okuyordu. Aslında, endüstriyel kapitalizm ve onun parçası teknolojik gücün başarısı, başından beri aynı olan amacı, yani tahakkümü, kolaylaştırmak olmuştu.


Bu eleştirilerin ardından, izleyen on yıllarda, özellikle dünya dinleri temsilcilerinin 1986 yılında bir araya gelerek yayımladıkları “çevreci” Assisi Deklarasyonu’nundan bu yana, farklı dinsel gruplar, dindar insanların ekolojik eğilim ve davranışlarını etkilemek üzere birtakım girişimlerde bulundular. Papa Francis’in 2015 yılında yayımladığı Laudato Si (Papalık Genelgesi) ya da 2016 yılına ait Küresel İklim Değişikliği Hakkında İslami Deklarasyon bunlar arasında sayılabilir. Bakıldığında, dindar olmayanları da içeren geniş bir kitleyi hedef alan Yeryüzü Şartı’nın (Earth Charter) bile dinsel bir dil kullanması şaşırtıcı değil. Buradaki temel amaç, insanların kozmolojilerine müdahale edebilmek.


Tüm eleştirilere ve olumlu çabalara rağmen, yapılan araştırmalar dinsel insanın doğayı algılayışının hala yeterince “yeşil” olmadığını gösteriyor. Çoğu insan hala, White’ın iddiasını kanıtlarcasına, doğaya, kendisi dışında ve onu etkilemeyecek bir gerçeklik olarak bakıyor. Bu bakış, çevre sözcüğünün kullanımında da görülüyor. İngilizcede çevre anlamında kullanılan environment Orta Fransızcada (14. yüzyıl ile 17. yüzyıl arasında kullanımda) rastlanan environ sözcüğünden geliyor; anlamı, sarmak veya çevrelemek. Bu açıdan, Avrupa’da dilin evriminin de Yahudi-Hıristiyan kozmolojisine uygun olarak insanı merkezde gören bir anlayışla gerçekleştiği söylenebilir. Güncel bilimsel bulgular ışığında ise ne dünyanın evrenin merkezinde, ne de insanın dünyanın merkezinde olduğunu söylemek bundan böyle mümkün olabilir.


14 Mart’ta aramızdan ayrılan Stephen Hawking, Türkçeye Zamanın Kısa Tarihi şeklinde çevrilen kitabında tam da buna dair bir şey söyler: “Bugüne dek bilim insanlarının çoğu, evrenin ne olduğunu betimleyen yeni kuramların geliştirilmesiyle neden sorusunu soramayacak kadar fazla meşgul oldular. Öte yandan işi neden sorusunu sormak olan insanlar, felsefeciler bilimsel kuramların ilerlemesine ayak uydurmayı başaramadılar.” Hawking’in bu oldukça zarif eleştirisi aslında önemli bir soruna işaret ediyor. Söz konusu sorun, sadece bilim insanlarıyla felsefeciler arasında cereyan eden ve sadece onları ilgilendiren bir sorun da değil. Dinsel insanın sahip olduğu zihin şablonları ve buna bağlı düşünme pratikleriyle ilgili.


Bugün büyümenin kendisi bizzat bir mit olmuş durumda. Bu mite, tüm bilimsel ve felsefi alternatifleri görmezden gelip sorgulamaksızın inanıyoruz. Bu açıdan, din olarak kapitalizmden ziyade kişinin dinine (hayata bağlanışına) etki eden kapitalist ilke ve kurallardan bahsetmenin daha uygun olacağı kanısındayım. Hakim dinsel yönelimler sonucunda, epistemolojik (bilginin ortaya çıkışına dair) yapılar, hangi ontolojik kabuller üzerine inşa edilmiş ve bu, ne türden etik sonuçlar doğuruyor? Söz konusu yapılar, neleri mümkün kılıp neleri dışarıda bırakıyor? Bu sorulara yanıt vermeksizin, ne bilimsel nesnellik çerçevesinde doğanın iyiliğini sağlamak, ne de insanın öznel varoluşsal anlam arayışlarını desteklemek mümkün görünüyor.


Sonuç olarak, evren hakkında sahip olduğumuz bilimsel bilgi birikimi, düşünmenin yeni yollarını mümkün kılıyor ve ayrıca yeni, en azından güncellenmiş, kozmolojiler öneriyor. Dünya, her daim dinamik, karmaşık ve evrim halinde bir ekosistemler bütünü ve insan, kendi iç doğası da dahil bu bütüne ait. En basit ifadeyle, insan, ne ekerse onu biçmeye devam edecek. Dolayısıyla, insan eylemlerinin arkasındaki temel fikirler hakkında düşünmek gerekiyor. İnsanın, gerçekliği, yeryüzü temelli bir kozmolojiyle mi, evren temelli bir kozmolojiyle mi, yoksa geleneksel bir kozmolojiyle mi algıladığı sorusunun yanıtı bir bütün olarak insanlığın geleceğini de belirleyecek.


Not: Bu yazı, daha önce de/da'nın Nisan/Mayıs sayısında yayımlanmıştır.

Comments


bottom of page