top of page

"Hayatın Anlamı"nın Anlamı


Katoliklik, edebiyat, Shakespeare, Marx, Schopenhauer, Nietzsche, Heidegger ve belki de en fazla Wittgenstein… Terry Eagleton’ın kısa ve bir o kadar da derin çalışması Hayatın Anlamı, ilgisiz kalamayacağımız o soruyu, “hayatın anlamı nedir” sorusunu sorarken yazarının fikirsel etkileşimlerini de gözler önüne sermektedir. Din ağırlıklı bir eğitimin ardından gelen Cambridge yılları, edebiyat ve Shakespeare odaklı çalışmaların Marksist fikirlerle harmanlanması, sonrasında ise dil bilimsel ve varoluşçu etkileşimler ve kopuşlar… Hayatın Anlamı, okuyucuyu entelektüel olarak “bombalarken” işte buralardan beslenmektedir.

Eagleton, Hayatın Anlamı’nı dört bölümde –Sorular ve Yanıtlar, Anlam Sorunu, Anlam Tutulması ve İnsan Kendi Kaderini Kendisi mi Çizer?- sunarken “hayatın anlamı nedir” sorusunu iki alt soru ile destekler görünmektedir. Birincisi, bu sorudaki “anlam” hakkında ne söylenebilir? İkinci olaraksa yine aynı soruda geçen “hayat” hakkında ne söylenebilir? Yazar, bu iki kavrama ilişkin felsefi soruşturmalarını güncel ve yer yer esprili örneklerle desteklerken sorunun kendisine ilişkin de bir resim çizmektedir. Ancak bu, “hayatın anlamı nedir” sorusunun cevaplandırıldığı anlamına gelmesin. Çünkü kitapta öyle bir durum söz konusu değil. Kaldı ki kitaptaki ifadelerden yazarın bunu mümkün görmediği de anlaşılmaktadır.

Eagleton, “hayatın kendisinin bir buluttan daha fazla anlam taşıyamayacağı ve ancak bizim ona anlam verebileceğimiz” şeklindeki önermeyi sorgulayarak işe koyulmaktadır. Bu önermeye cevaben yazar, “neden ‘hiçbir’ şey yok da ‘bir şey’ var” diye sormaktadır, yani mutlaka bir anlam varlığı üzerinden mi düşünmek zorundayız? Bu noktada, Wittgenstein’ın “gizemli olan, dünyanın nasıl var olduğu değil, onun var olmasıdır” cümlesi yeni bir ufuk açmaktadır. Heidegger’in “neden varlık var” sorusuna dönmeyi amaçlar görünen bu cümle, varoluşun nasıl meydana geldiğinden ziyade varoluşun kendisine odaklanmaktadır. Aslında her iki sorunun birbirinden ayrılamayacağı da iddia edilebilir. Bunlara birtakım cevaplar üretmek, kısa süreliğine –düşünce yapımıza istinaden bu süre uzayabilir- merakımızı giderse de bir kesinlik yaratmaz. Kaldı ki “nasıl” var olduğumuz ve “neden” var olduğumuz sorularından birisine vereceğimiz cevap diğerine vereceğimiz cevabı şekillendirecektir. Bu şekillendirmede “nasıl” sorusuna vereceğimiz cevap belirleyici gibi görünse de aslında tamamen bir belirsizlik hakimdir.

“İnsan sadece çözebileceği soruları sorar” derken Marx haklı olabilir mi? Bu sorudan hareketle; Eagleton, hayatın bir anlamı olsa da bizim bu anlamı hiç bilemeyebileceğimiz önermesini tartışmaktadır. Açıktır ki anlam kelimesinden anlaşılan kişiden kişiye farklılık göstermektedir. “Anlamın anlamı nedir” diye sorabiliriz pekala ya da “’anlamın anlamı nedir’in anlamı nedir” diye de sorabiliriz ve bu sorular sonsuza kadar devam ettirilebilir. Bu sorular, özünde “bilmek” için sorulur. Bu açıdan da yukarıdaki soruları uzatmak yerine belki daha önemli bir soruyu sormamız gerekmektedir: “Bilmek” derken neyi kastediyoruz? Bilmek, bir kesinliği ifade etmez; sadece birtakım kanıtlara dayanarak kabulü ifade eder. Bilmek için ihtiyaç duyduğumuz kanıtların da somut olması gerekmez. Duygulara dayalı olarak da bilebiliriz. Bu açıdan hayatının anlamını sadece o hayatı yaşayan bilebilir, hissederek… Bunu biliyor olmak da genel için değil, kişi özelinde bir şey ifade eder; bu ise zaman ve şartlara göre değişiklik gösterebilir.

Eagleton’ın tartışmaya açtığı bir diğer konu ise hayatın anlamı sorunsalının modern öncesi, modern ve post-modern dönemlerde geçirdiği evrim. Bu evrim meselenin dünyevileşmesiyle ilgili olduğu kadar yapısal dönüşümlerle de ilgili görünmektedir. Modern çağda, özellikle kapitalist yapısal dönüşümle birlikte hayatın anlamı sorunsalı piyasalaşırken varoluşçu tepkilerin yükselişi boşuna değildir. Yazar; kültür, din ve cinselliğin piyasalaştırıldığı bu dönemin çözümsüzlük yarattığını ifade etmektedir. Post-modern çağın ise tanrıya doğa, insan, akıl, tarih, güç ve arzu gibi heybetli yeni adlar vererek meseleyi kotarmaya çalıştığını iddia etmektedir. Bu tespit ve iddialara karşı çok boyutlu bir bakışa ihtiyaç duymaktayız. Kültür, doğası gereği din ve cinselliği zaten kapsayıcı nitelikte. Bu açıdan kültür dediğimizde bunun siyasi, ekonomik, toplumsal vb. boyutları tabi ki olacak; dini ve cinsellikle ilgili öğeler toplumsal boyuta eklemlenecektir. Tüm boyutların iç içeliğinin gözden kaçırılmaması önemlidir. Post-modern çağ ise ne modern çağdan kopuk ne de onun bittiği yerde başlayan bir tarihsel süreçtir. Aksine modern çağın türevidir ve onunla birlikte var olmaya devam etmektedir.

“Modernite, en temel ahlaki ve politik sorunlara ilgimizin dağılmaya başladığı çağdır.” Fakat post-modern çağın bu ilgiyi geri getireceğinin garantisi yoktur. Bu, ancak “ben” ile “öteki”nin bir aradalığında ortaya çıkabilecek bir gerçekliktir. Mayıs’tan bu yana Türkiye’de yaşanan gelişmelerin umut vaat etmesinin öncelikli sebebi bu bir aradalığı mümkün kılmasıdır. Birbirinden kopuk, ama yapısal ama kişisel sebeplerle algıları yönlendirilmiş koca bir neslin yaptığı hatalar, bugünlerde genç ve inatçı bir nesil tarafından düzeltilmek istenmektedir. Direnenler aslında hayata, zihniyete direnmekte ve bunu gelecekleri için yapmaktadır. Bu, Schopenhauer’in istencine ya da Marx’ın yanlış bilincine bir meydan okumadır; bir arayışın yansımasıdır.

Belki de hayatın anlamı sadece “aranan” bir şeydir; bulunduğunda kaybolan. Çünkü bulunan her ne ise anlam olmaktan çıkacaktır. Hayatın anlamı derken kastedilen yaşamaya değecek bir amaç mıdır? Örneğin; Çince 意思 ifadesi Türkçeye “anlam” olarak çevrilebilirken 用意 ifadesi ise Türkçeye “amaç” olarak çevrilebilir. Çincede, anlam ve amaç kelimelerinin her ikisinde de 意 karakterinin bulunması, dilin yaşayan yapısı göz önünde bulundurulduğunda, Çin’deki insanların anlam ve amaç arasında yakın bir ilişki olduğunu kabul ettiklerini göstermektedir. Anlam ve amaç arasındaki yakın ilişkinin pek çoğumuz için de geçerli olduğu söylenebilir. Eagleton’a göre hayatın kendi içinde gömülü bir amacının olmaması onun abes olduğu anlamına gelmez. Daha da önemlisi, “mutlakların olmadığı bir dünyada umutsuzluk da mutlak olamaz.” Anlam-amaç ilişkisi çerçevesinde bu, kitabın belki de en “anlamlı” cümlesidir.

Nietzsche’nin “insan şeylerde onlara kattıklarından başka hiçbir şey bulamaz” ifadesi bu durumu açıklamak için yeterli midir bilinmez ama en azından şu söylenebilir: Hemen şimdi bir şeylere bazı anlamlar atfedebiliriz. Bunu yaparken Aristotelesçi bir yaklaşımla erdem-mutluluk ilişkisine yaslandığımız kadar sevgiye ve hoşgörüye yaslanmalıyız. Ölüme her geçen gün biraz daha yaklaştığımız gerçeğinin gölgesinde hayat, sevdiklerimizle paylaşabileceğimiz amaçların varlığı kadar anlamlıdır.

  • Eagleton, T. (2012). Hayatın Anlamı (Çev. K. Tunca) (2. Baskı). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Comentarios


bottom of page