İmkansız Olan (da) Politiktir
İnsanın, Türkiye’de yaşamaktan, toplumun bir parçası olmaktan utandığı günler yaşanmakta... Bu utancın telafi edileceği yegane mecra olan siyasetin, sadece bir tahakküm biçimi olarak algılandığı ve şiddetin de bu tahakküm biçiminin bir uzantısı olarak doğallaştığı bir gerçeklik söz konusu. Sadece Türkiye’ye has bir durumu da yansıtmıyor gibi... ABD, Fransa, İran ya da bir başka ülkeden taşan haberler, dünya genelinde, "biz-onlar" ayrımına dayalı Schmittçi siyaset tarzının hakim olmaya devam ettiğini ve şiddetin bu temelde yeniden üretildiğini gözler önüne sermektedir. Bu çerçevede, izleyen satırlarda, Türkiye’de şiddetin yeniden üretilmesinin hegemonya siyasetiyle –yani "olanaklının sanatı" olarak sunulanla- yakından ilgili olduğu ve bunun aşılması noktasında ise imkansızın siyaseti için mücadeleye devam edilmesi gerekliliği temellerine oturan bir tartışma yürütülecektir. Söz konusu tartışmada, siyaset teorisyeni Benjamin Arditi’nin sunduğu kavramsal çeşitlilikten faydalanılacaktır.
Akla gelen ilk soru belki de Arditi’nin, Türkiye’de hangi açı(lar)dan dikkate alınabileceği? Bu soruya hızlıca verilebilecek bir cevap, düşünürün çalışmalarına post-liberal siyaset arayışının ve hegemonya siyasetinin dışında olana dair söz söyleyen araştırmaların yön vermesidir. Bu, "demokrasinin, liberal demokrat siyaset anlayışı" dışında hayal edilmesi fikri üzerine oturan bir anlayışı yansıtmaktadır ki zaten 1968 hareketliliğinden bu yana, hegemonya siyasetine karşı savunulacak politikaların ve bunların temelinde yatan teorik zeminin kurulup geliştirilmesine oldukça önem verilmiştir (Yıldırım, 2010, s.295). Arditi de çalışmalarında (yerelden güç alan) alternatif küreselleşme söylemi ışığında toplumsal mücadelelerin değiştireceği şeyin ne olduğu, içinde bulunulan süreçte devrim yapmanın ne anlama geldiği ve harekete eklemlenecek birey ve grupların hangi ortak noktalarla hareket edebilecekleri, sınırlarını nereye kadar gevşetip nerede durmaları gerekeceği gibi konuları ele almaktadır. Buradan hareketle, Arditi, liberalizmin, sıklıkla tartışılmakta olan, görünmeyen –ya da karanlık- yüzünü eleştirmek yerine, sunumu yapılan liberal siyasete alternatif bir siyasetin imkanlarını tartışmayı tercih etmektedir. Bu yolda, başta Ranciere olmak üzere, Zizek ve Laclau gibi çatışmanın ve uyumsuzluğun siyasetin temeli olduğunu kabul eden düşünürlerle tartışıp Derrida ve Guattari’nin kavramlarından da yeri geldikçe faydalanmaktadır. Arditi’nin çalışmaları, siyasetin ötekisi olmak (the becoming-other of politics) üzerine yoğunlaşmaktadır (Arditi, ty) ki bu, birçok açıdan Türkiye siyasetinin en hassas noktasına denk düşmektedir. Siyasetin ötekisi olmak teması etrafında dönen tartışmalar, genel hatlarıyla, teorisyenin, Türkçede Liberalizmin Kıyılarında Siyaset: Farklılık, Popülizm, Devrim, Ajitasyon adıyla yayımlanmış olan kitabından takip edilebilir.
Yukarıda ifade edilen tartışma zemininin sağlamlaştırılması noktasında, Türkiye’deki politik gerçekliğe, Arditi’nin kavramlara yüklediği anlamlar yoluyla bakmak faydalı olabilir. Burada, öncelikli olarak ifade edilmesi gereken nokta, liberal siyasetin sadece liberal kodlar tarafından yönetilmeyen bir olgu olup gri fenomenler alanından bağımsız olmadığıdır (Arditi, 2010, s.13). Bu, seçimle göreve gelen bir iktidarın, görevdeyken liberal kodlardan –özellikle de politika yapma biçimlerine ilişkin olanlardan- uzakta bir yönetim anlayışını benimseyebileceği anlamına gelmektedir ki çoğunlukla da olan budur. Ancak Arditi, kıyılardan bahsederken sadece liberal siyasetin altını oyan ve sonuçta baskıcı bir rejime yol açan fenomenleri kastetmemekte, bununla birlikte "onu bir karşı çıkışla aşma arayışında olan fenomenleri" de dikkate almaktadır. Bu ise devrimin, her an, imkan dahilinde olması demektir.
Arditi’ye göre, liberal tahayyülün üç unsuru bulunmaktadır: "Oy veren bireyler, halkı temsil eden ve devlet iradesine şekil verme hakkı için rekabete girişen siyasi partiler ve seçim arası dönemde partiler adına yasama organlarında istişarede bulunan seçilmiş temsilciler." Söz konusu rekabette "devlet tarafsız kalır, hükümetler ve seçilmiş görevliler genellikle kamuoyunu dikkate alırken, ilgili aktörler hukukun üstünlüğü ilkesine göre hareket eder ve dış aktörler yerel siyasete müdahale etmez." (a.e., s.14) Tüm bunlar dikkate alındığında, Türkiye’de "liberal" siyasetin, liberal tahayyülle hiçbir biçimde örtüşmediği rahatlıkla görülmektedir. Kaldı ki "zaten bu örtüşmeme hali, liberal siyasetin tanımlayıcı öğesidir" diyenler çıkacaktır ki haksız da sayılmazlar. Söz konusu siyasette, devlet tarafsız kalmak şöyle dursun hükümetle iç içe geçmiş bir vaziyette siyasetin belirleyicisidir. Ne hükümetler ne de seçilmiş görevliler kamuoyunu dikkate almaktadırlar. Bunun yerine yapılmakta olan kamuoyunun manipülasyonudur. Sonuçta ortaya çıkan tabloda, sorunlar hukukun üstünlüğü çerçevesinde çözül(e)memektedir. Kaldı ki hukukun üstünlüğü de hak ve adalet temelinde değil, muktedirlik temelinde algılanıp uygulanmaktadır. Oysa hukuk, sebep değil, sonuçtur öncelikle ve tarihsel bağlamında politik bir gerçeklikte şekillenmektedir. Hukukun bu özelliğinin, yani bir etkileşim sonucunda ortaya çıkıyor oluşunun, dikkate alınmadığı bir süreçte, teorisiyle örtüşmeyen siyasetin kör topal devam ettirilmesi adına, yerele dışarıdan gelen müdahalelerin de ardı arkası kesilmemektedir.
Liberal siyasetin kendi kodlarıyla dahi örtüşemez hali temelinde, Türkiye’de "liberal" siyaset ele alındığı takdirde, siyaset, "biz"in, "onlar"a karşı köşeli, keskin bir biçimde çerçevelemeye çalıştığı bir alan gibi algılanmakta ve bu temelde deneyimlenmektedir. Oysa siyasetin ötekisi olarak "onlar", politik olanın ta kendisidir ve fenomenler alanının dışında değildir. Arditi’nin, "liberal siyasetin kıyıları" olarak tarif ettiği alandadır "onlar." Dolayısıyla, "biz"in potansiyel rakipleri durumundaki görüşlerdir. Türkiye ölçeğinde bu rakip, durum ve şartlara göre işçi, Kürt, Alevi, ateist, kadın, homoseksüel, trans birey vs. olabilir. Bu açıdan, ana akım siyasetin dışında politik alternatifler bulunmaktadır ve politika tüm bu alternatiflerin de bulunduğu post-liberal siyaset alanıdır. Bu tespit, liberalizmi savunmak veya eleştirmekle ilgili de değildir. Çünkü liberal siyasetin, teoride ne kadar "iyi" olduğundan bağımsız olarak, pratiği dışlayıcıdır.
Bu karşılaştırmayı biraz açabilmek adına, Türkçede siyaset ve politika sözcüklerinin tanımlarına bakılması yerinde olabilir. Basit bir ifadeyle, siyaset, Arapçada seyis (at bakıcısı) sözcüğünden kaynaklanırken politika, Yunanca polis (kent) sözcüğünden kaynaklanmaktadır. Bu açıdan, liberal siyasetin, Türkiye’de politik olarak liberal olmayışı, "liberal"liğinden daha çok "siyaset"iyle ilişkilendirilebilir. Siyaset, bu ülkede, şeffaf olmayan süreçler sonucunda karar almaya bağlı ve alınan kararların en iyi ifadeyle "bakılan" halka dayatıldığı bir mecra olagelmiştir. Ama söz konusu dayatmanın kendisi bile iktidarın her yerdeliğine atıfta bulunmaktadır. Bireyler, politik olana ilgi duymasa da politik olan, bireylerle ilgilenmekte ve onları dönüştürmektedir. Bu çerçevede, politika, en azından teoride, bireyden sisteme giden süreçlere karşılık gelmektedir. Bu, söz konusu sistemin, bir devlet sistemi olup olmamasından bağımsızdır. Çünkü politika, devleti önceler; öncelemese de kapsar. Devletler, toplumların tarihselliği temelinde, çoğunlukla da belirli aktörlerin "üstten" müdahaleleri sonucunda ortaya çıkmış kurumlar iken politika, devletsiz toplumlarda da var olagelmiştir. Kaldı ki bu, politikaya, kamusal-özel alan ayrımı çerçevesinde bakmaktan da bir vazgeçiş anlamına gelecektir. Bu açıdan, politikanın siyasete tercih edilmesi önerisi, sadece dilbilimsel bir öneri olmayıp düşünce yapısının ifadesi olarak değerlendirilebilir. Söz konusu düşünce yapısının hukuka ve hukukun uygulanmasına yansıyacak şekilde kamusal alanda üretilmesi önemlidir.
Slavoj Zizek (2015), Charlie Hebdo katliamı sonrasında kaleme aldığı bir yazısında, liberalizmin, köktencilikle olan ilişkisini değerlendirdikten sonra, yüzyıllardır savunduğu değerlerin kurtuluşunun "radikal soldan yardım almasına bağlı olduğunu" ifade etmektedir. Bununla birlikte ifade etmek gerekir ki "liberal" siyasetle etkileşim halindeki devletin kendisi köktencidir ve farklılıklara saygısız devlet köktenciliği, bireysel-grup temelli köktenciliği, yani şiddeti beslemektedir. Devlet, şiddetin tekelleşmesini ifade etmemektedir; iktidarın her yerdeliği dolayısıyla şiddetin her yerdeliğini ifade etmektedir. Dolayısıyla, buna direnecek bir sivil toplum politikleşmesi ve politik olana nüfuz edilmesi gereği ortaya çıkmaktadır, yani devrimin her yerdeliği… Devrimin her yerdeliğini sağlayacak olanlar ise kıyılarda liberal siyaseti aşma potansiyelini yaratanlardır.
Açık ki kıyılardakiler farklı protesto ve örgütlenme biçimleri geliştirmektedir. Arditi, bu protesto ve örgütlenme biçimlerini radikal doğrudan eylem, sanal doğrudan eylem, Kuzey-Güney eşitsizliğini düzenlemeye yönelik inisiyatifler, kamusal alanı (ulus-ötesine) genişletmeye yönelik inisiyatifler, çok taraflı örgütlerin faaliyetlerinin şeffaflığını ve kamusallığını takip eden inisiyatifler ve demokrasiyi ulus ötesi seviyeye taşımaya dönük inisiyatifler şeklinde sınıflandırmaktadır (Arditi, 2004). Bu sınıflandırma, Türkiye’de bugün ihtimal dahilinde olan protesto ve örgütlenme biçimlerini gözlemleyebilmek noktasında da işlevsel görünmektedir. Öte yandan, Arditi’nin diyalektler dediği farklı dünya görüşlerinin çoğalması protesto ve örgütlenme potansiyelinin zayıflaması tehlikesini de yaratabilir. Arditi, birbirleriyle etkileşime girmekten kaçınan, diyalogdan uzak diyalektlerin yarattığı tikellik dünyasının önüne geçebilmek için yurttaşlık kavramını yeniden gündeme getirmektedir. Bunu yapmak, hak temelli siyasetin ihtiyaç duyduğu dayanışma olgusu için gereklidir. Arditi, bu noktada, Balibar’ın yurttaşlık anlayışını öne çıkarmaktadır. Balibar’da yurttaşlık sadece kanuna tabi olanı değil, aynı zamanda onu değiştirme potansiyeline sahip olanı anlatır. Bu nedenle yurttaşlık, modern kimliklerin ayrışması ve göçebeliği bünyesinde barındırmanın yanı sıra –hiç olmazsa bir ihtimal olarak- tabiiyete karşı direnişi de içerir (Arditi, 2010, s.57-58).
Arditi, neyin liberal siyasetin içinde, neyin onun dışında kaldığı sorusuna cevaben Derrida’nın karar verilemezlik kavramından yararlanmaktadır. Ayrıca Deleuze ve Guattari’nin azınlık oluş kavramı vasıtasıyla fiziksel olarak bir yere gitmeseler bile ana akım (liberal) siyasetten koparak yaşamayı tercih edenlere vurgu yapmaktadır. Bu insanlar kimlik ve aidiyet bakımından göçebeleşmiş insanlardır. Potansiyeli yaratanlar da işte bunlardır. Bugün, Türkiye’de de bu insanların sayısı her geçen gün artmaktadır. Söz konusu insanlardan bazılarının tercihleri ülkeyi olduğu gibi "sevmek" ya da "terk etmek" arasında şekillenmektedir. Kalan bazıları ise ülkeyi olduğu gibi kabul edememekte, taşın altına elini koymaya çalışmaktadır. Çünkü bu insanlar, politik olanla ilgilenmeseler dahi politik olanın onlarla ilgilendiğinin, dönüştürme çabasının bilincinde olan insanlar… Bu bilincin topluma yayılması noktasında Arditi sözlüğündeki anahtar sözcük popülizmdir. Çünkü Arditi de Laclau ve Ranciere’in izinden giderek siyaseti uyuşmazlık üzerinden kurgulamıştır. Bu nedenle gerek iç çeperin gerekse kıyıların ne olduğu, nereye kadar uzandığı, neyin bunların içinde, neyin dışında kaldığı polemikseldir, uyuşmazlık üzerinden tanımlanır. Örneğin; "popülizm, demokrasinin dolayısıyla liberal siyasetin neresindedir" diye sormak mümkündür. Laclau’ya göre popülizm demokrasinin ta kendisi iken Ranciere’ye göre dışında kalan/dışlanması da gereken bir fenomendir (Bowman, ty). Dolayısıyla popülizm ile liberal siyaset arasındaki ilişki polemikseldir. Popülizm tek başına ne demokratik ne de demokrasi karşıtıdır. Popülizm çoğunluğa görmezden gelinmediklerini ve haklarının desteklendiğini hissettirdiği ölçüde demokratik görünebilir. Ancak bunu yaparken azınlığın görmezden gelinmesine de yol açabilir ki bu Türkiye’deki popülist söylemin sürdürülemezliğinin dışavurumudur.
Arditi, popülizme ilişkin tartışmada Worsley ve Canovan’ın görüşlerinden bir harmana girişmektedir. Worsley’e göre popülizm yalnızca liderler ile kitleler arasındaki bağların doğrudanlığına dayanmamaktadır; popülizmde ister gerçek ister sahte olsun, genel olarak "doğrudan" katılım biçimlerine atıf vardır (Arditi, 2010, s.62-63). Dolayısıyla bu, popülizmin ideolojileri yatay eksende kesen özelliğine işaret etmektedir. Öte yandan, Arditi, Canovan’ın popülizmi demokrasinin gölgesi olarak değerlendiren tanımından hareketle ve fakat bunun yerine popülizmi demokrasinin hayaleti olarak değerlendirmektedir. Çünkü ona göre gölge kavramı popülizmin demokrasiye içkin oluşuna atfen kullanıldığından, bir aksaklığın olarak ortaya çıktığı durumları karşılamamaktadır. Bunun yerine tercih ettiği hayalet kavramı ise popülizmin hem demokrasiyi sadece "ziyaret ettiği" durumları hem de ona musallat olduğu durumları anlatmak için idealdir (a.e., s.70-72).
Arditi’nin Bismarck’tan yaptığı bir alıntı ve buna getirdiği eleştiri yurttaşlıkla popülizm arasındaki ilişkinin anlam kazanması noktasında önemlidir. Bismarck’ın, siyaseti olanaklının sanatı olarak tanımlamasına karşılık Arditi olanaksızın peşinden gidilmesi gerektiğinde ısrar etmektedir. Çünkü "olanaklının siyaseti, yapılabilir olanın olanaklılığının, olanaksızı dışarıda bıraktığını ima ederek olanaksız olanı başından atmaktadır." (a.e., s.121) Arditi, olanaksızın siyasete dahil edilmesi noktasındaysa ajitasyonun önemine vurgu yapmaktadır. Tam da burada yeniden Ranciere’e bir dönüş var gibidir. Çünkü Ranciere’de polis kavramı, demokratik toplumda görünür olanla olmayan arasındaki ayrıma karar veren düzeni anlatmaktadır. Ajitasyon ise polise karşı mücadelede önem arz eder, görünmez olanı görünür kılabilir. Bu açıdan yurttaşlık ve popülizm arasındaki ilişkinin özgürlükçü siyaset temelinde perçinlenmesinde, ajitasyon kilit bir rol edinebilir.
Son olarak, Arditi’ye göre devrim yapmanın ne anlama geldiğini ve radikalizmini tartışmak da polemiksel ve uyuşmazlığa dayalı bir sürece karşılık gelmektedir (a.e., s.148). Bu noktada özellikle vurgulanan, jakoben tarzda saf bir yeniden tesis etmenin mümkün olmamasıdır. Ona göre tarihte devrim olarak nitelenen olaylar dahi belli birikimlerin sonucudur; ama kayıtlar belli anları devrim etiketiyle yansıtmaktadır. Bu bakış açısı sayesinde Arditi devrimin bir zaman dilimindeki ani değişim olmadığı ve devrim yapma etkinliğinin süreklilik arz ettiğini belirtmektedir. İnsan –öncelikle ve ancak- özgürlük ve eşitlik tarafında olduğu anda devrim polemiğinde de taraf olmaktadır (a.e., s.161). Bu açıdan, özgürlük ve eşitlik imkansız görünse de imkansız olan politiktir ve imkansızın vaadi olmaksızın toplumsal değişim mümkün olmayacaktır (a.e., s.167). Bu, iktidarın her yerdeliğine karşı verilecek mücadelenin oturacağı bir zemin olarak da okunabilir. Bu nedenle, Türkiye’de imkansızın politikaya yansıtılması noktasında, yurttaşlığın, popülizm ve ajitasyonla devrimci süreklilik temelinde inşası dikkate değer bir yöntem olarak durmaktadır.
Arditi, B. (ty). Kişisel websitesi: 1arditi.wordpress.com
Arditi, B. (2004), “From Globalism to Globalization: The Politics of Resistance,” New Political Science, 26 (1), s. 5-22.
Arditi, B. (2010). Liberalizmin Kıyılarında Siyaset: Farklılık, Popülizm, Devrim, Ajitasyon. İstanbul: Metis Yayınları.
Bowman, P. (ty). "This disagreement is not one: The populisms of Laclau, Ranciere, and Arditi," Research Papers from School of Arts, http://roehampton.openrepository.com/roehampton/bitstream/10142/12603/1/bowman%2520disagreement.pdf (Erişim: 20.02.2015)
Yıldırım, Y. (2010). “Kitap İncelemesi”. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 65 (2), s. 295-298.
Zizek, S. "Slavoj Zizek on the Charlie Hebdo massacre: Are the worst really full of passionate intensity?", Newstateman: http://www.newstatemen.com/world-affairs/2015/01/slavoj-iek-charlie-hebdo-massacre-are-worst-really-full-passionate-intensity (Erişim: 11.01.2015)
Not: Bu yazı, Duvar Dergisi’nin 20. sayısında yayımlanmıştır.
コメント