Mitoloji, Din ve Bilim: İnsan Kaynaklı İklim Değişikliğinin Politikası
Biz, insan türüne mensup canlılar, çoğunlukla fiziksel ve psikolojik varoluşsal ihtiyaçlarımıza bağlı olarak, hayata dair sürekli bir anlam arayışı içerisindeyiz. Söz konusu arayışımız, bazı varsayımlar üzerinden şekilleniyor, başkalarıyla paylaştığımız gerçeklikler üzerinden… Bu durum, felaketlerin açıklanması açısından da geçerli. Her birimiz, karşılaştığımız felaketi, gerçeklik algımız çerçevesinde ele alıyoruz. Grandjean vd. (2008: 195) “felaketin anlamını değerlendirmek” hakkındaki makalede, “sebebe uygun bir sonuç beklentisinin, insanın adalet algısının temelini oluşturuyor olabileceğini” ifade ediyor. Bir başka deyişle, adalet algımız, gerçekliği kavrayışımızla yakından ilişkili. ‘Bu durumla niye karşılaştım’ sorusu, aslında, adalet algısına bağlı bir soru. İma ettiği ise açık: Bunu hak ettim mi?
Eylül ayında, Irma Kasırgası Orta Florida’ya doğru ilerlerken Florida Üniversitesi yerleşkesinde (ikisi köpek, dördü insan) altı arkadaşımla birlikteydim ve insan ile insan olmayanın etkileşimi hakkında düşünüp dünyada ekolojik adaleti tesis edebilmek için gerçekliği nasıl çerçevelememiz gerektiğini sorguluyordum. Şimdi, Irma’nın da, kendisinden önce Harvey ve birçok başka kasırganın, sonrasında ise Maria’nın yaptığı gibi, insan ve insan olmayanlar üzerinde ağır bir yük bıraktığına üzülerek şahit oluyoruz. Birleşik Devletler’de ve Karayipler’de 50’nin üstünde insan artık hayatta değil ve çok daha fazlası büyük bir ekonomik sorunla karşı karşıya. Hayvanlar, ağaçlar ve ekosistemlerin diğer üyeleri de kayıplar arasında sayılmalı! Ne uğruna? Bunu gerçekten hak ettiler mi? Toplumun farklı kesimlerinden insanların bu sorulara birbirine tamamen zıt cevaplar vermeleri şaşırtıcı değil. Bu açıdan, burada önce söz konusu görüşleri sınıflandırıp ardından bir sentezde bulunmayı deneyeceğim.
Irma sırasında ve sonrasında, birbiriyle çelişen görüşler ifade eden haberler okuduk, videolar izledik. Örneğin, bir tarafta felaketi Tanrı’nın günahkar insanları cezalandırma biçimi olarak görenler vardı (Milbank, 2017), diğer taraftaysa iklim olaylarının bilimsel yorumunda ısrar edenler ve bunları iklim değişikliğine bağlayanlar (Lewis, King and Perkins-Kirkpatrick, 2017; King, 2017). İnanç ve ifade özgürlüklerinin demokratik toplumun ayrılmaz parçaları oldukları aşikar ve insanlar da görüşlerini istedikleri gibi ifade edebilirler. Öte yandan, vatandaşların, cehalet, kibir ve nefret söylemine karşı sağlam biçimde bilgilendirilmeleri gerekmektedir. Bu yüzden de düşünce yapılarımızı eleştirel biçimde gözden geçirmeliyiz.
Çocukluğumuzun erken dönemlerinden itibaren, çevremizde olup biteni anlamak ve hikayelerimizi anlatmak için farklı zihinsel çerçeveler kullanıyoruz. Bugüne kadar, insan türünün, Evren ile (ve onun içindeki) ilişkisini açıklayıp deneyimine anlam vermekte en azından üç farklı çerçeve geliştirdiği görülmekte. Bu çerçeveler, mitsel, dinsel ve bilimsel olarak sınıflandırılabilir ve bunların ilk ikisi genellikle bilim-dışı olarak nitelendiriliyor. Dahası, bugün mitoloji dediğimiz, antik dönem insanının diniydi ve mitler bir zamanlar insanların insan olmayan dünyayla ilişkilerini açıklamakta kullandıkları inanç sistemleriydi. Ayrıca bilim de bazen mitsel bir olgu gibi sorgusuz sualsiz kabul edilebiliyor. Ancak dinsel, metafizik ve pozitif-bilimsel şeklinde ortaya konulan “üç hal yasası”ndan (Comte, 1988) farklı olarak gerçekliğin ve de bilginin çerçevelenmesi doğrusal değil. Mitoloji, din ve bilim insanların düşünce yapılarında yan yana bulunabilir.
Peki, söz konusu üç zihinsel çerçeve temelinde, felaketi nasıl açıklayabiliriz? Aşağıda bir deneme sunuyorum.
1. Felaketin mitsel açıklamasına dair Mezopotamya mitolojisinden bir örnek (Grandjean vd. 2008: 189):
“İnsanlar, her defasında gürültü yapıp Tanrı Enlil’in (Yeryüzü-tanrı) uyumasına engel oluyorlardı. Bıkkın ve kızgın vaziyetteki tanrı, insanlara (kıtlık ve salgın gibi) doğal felaketler göndererek onların sayılarını azaltmaya çalıştı. Bunlardan sakınmak için insanlar Enlil’i sakinleştirmeye çalışmadı veya gürültü yapmaktan vazgeçmediler. Bunun yerine, bir sürü kurban sunarak kötü şanstan sorumlu tanrıyı sakinleştirmeye çalıştılar.”
2.1. Felaketin dinsel açıklamasına dair Kuran’dan bir örnek (Şûrâ, 42/30):
“Başınıza gelen herhangi bir musibet, ellerinizle işlediklerinizden ötürüdür. Allah yine de çoğunu bağışlar.”
2.2. Felaketin dinsel açıklamasına dair İncil’den bir örnek (Yaratılış 6, 5-6):
“Tanrı, insanların yeryüzüne çok fazla kötülük yaptığını, düşünce ve eğilimlerinin her daim kötü olduğunu gördüğünde, insanı yarattığına pişman oldu ve çok üzüldü.”
3. Felaketin bilimsel açıklamasına bir örnek:
“İçinde bulunduğumuz çağın adı Antroposen. Bu yeni çağda, biz, insanlar, gezegeni fosil yakıtlara dayalı yıkıcı bir ekonomik modelle şiddetli biçimde dönüştürüyoruz. Bunun bir sonucu olarak, iklimi de değiştiriyoruz. Bu yüzden artan oranlarda iklim olaylarına maruz kalıyoruz. Halihazırda, küresel sıcaklık artış ortalamasını 2 derecenin, ideal olarak ise 1,5 derecenin altında tutma hedefine ulaşmayı başaramazsak gelecekte çok daha fazla felaketle yüzleşmek zorunda kalacağız.”
Yakın zamanda, Paris sonrası dönem için yeni bir iklim ekonomisi modeli de tartışmaya açıldı (Thompson, 2017). Yine de yukarıda ifade edilen üç açıklama türünün nasıl da aynı mesajı verdiğini görmek ilginç değil mi? Gezegenin dengesini bozma! Mezopotamya hikayesindeki gürültü, Kuran’daki musibet veya İncil’deki kötülük ve de bilimsel açıklamadaki gezegenin dönüştürülmesi ifadeleri farklı çerçevelerde aynı soruna dikkat çekiyor. Belli ki Papa Francis’in Irma sonrası açıklamaları da (Horowitz, 2017) bu çerçevelerden besleniyor. Tüm bunlara rağmen, neden bir fikir birliğine varamıyoruz?
Görünen o ki farklı çerçeveler temelinde cereyan eden mücadele, politikacılar veya kamuoyuna yön veren diğer aktörler tarafından popülist amaçlarla körükleniyor. Herhangi bir iktidarın gücünü pekiştirmesinin, belirli sembolleri kullanmaktaki becerisine bağlı olduğu aşikar. Son yıllarda, iklim değişikliği de sembolik savaşın bir başka cephesi haline geldi. Harvey, Irma ve diğer deneyimler demokrasiye ilişkin ciddi zafiyetleri, özellikle yönetim yetenekleri ve şeffaflık açısından, yeniden gözler önüne serdi. Böylesi bir politik iklimde, iklim değişikliği tartışması da maalesef yetersiz kalıyor. Tabii ki mitler ve dinsel yorumlar da bu yetersizliğin bir parçası oluyor.
Atalarımız, iklim olaylarını mitsel ve dinsel çerçeveler kullanarak açıklamış olabilirler. Doğanın neredeyse tamamen bilinemez olduğu bir dönem için bu kabul edilebilir bir durum. Fakat bugün bilimsel veri analizi, modelleme ve tahmin yapabilmekteyiz. Yapmamız gereken tek şey, veriyi okumayı öğrenip bilgiyi sentezlemek. Bunun önündeki tek gerçek engel ise politik olan. Çünkü politika, ekonomik karar verme süreçlerinin işlediği ortam ve iklim değişikliği kesinlikle sağlam ekonomik kararlar gerektiriyor.
Sonuç olarak, baştaki soruya geri dönelim: Bunu gerçekten hak ettik mi? Cevap, hem Evet hem Hayır. Evet çünkü Evren’e, dolayısıyla da doğaya ilişkin hakim gerçeklik algımız, çoğumuzu, ekolojik açıdan adil davranışlar geliştirip kararlı adımlar atmaktan alıkoyuyor. Yakınlarımıza, arkadaşlarımıza ve sevdiklerimize özen göstersek bile, birçok başka canlının haklarını önemsemiyoruz. İtiraf edelim, önceliklerimiz farklı. Her bir insanı kazandığından azına razı olmaya ve başkalarının koşullarını iyileştirmek üzere çaba göstermeye ikna etmek kolay değil. Öte yandan, cevap aynı zamanda Hayır. On yıllardır, insanlar, kurumlar yaratıp iklim değişikliğine karşı etkili aksiyonda bulunmak üzere birtakım yollar arıyorlar. Geçen sürede, sağlam bir aksiyon için gereken bilgi ve deneyim oluşmuş durumda. Şu anda, ihtiyacımız olan şey ise uzlaşı. Bunun için öncelikle gündelik dilimizde değişikliğe gitmek zorundayız. Örneğin, “doğal felaket” ifadesini ele alalım. Eğer iklim olayı doğalsa, felaket olamaz; yok, bir felaketse bu sefer de doğal olamaz. Sistemde, felaketi hak edecek bir yanlışa yol açmış olmalıyız! Bu açıdan, hakim dışlayıcı gerçeklik algısından kurtulmamız şart. Bunun için, arkadaşlarımızdan başlayarak yeni bir diyalog yolu açabilir ve önce onları ekolojik vatandaşlık konusunda ikna etmeyi deneyebiliriz. Neye, nasıl inandığımızdan bağımsız olarak tüm canlılar için adalet fikrinin yaygınlaşmasını destekleyebilir ve akranlarımızı adalet için kollayabiliriz. Bunu yaptığımızda, ekolojik adalet zaten kendiliğinden gelecektir.
Not: Bu yazının İngilizcesi CRR Blog’ta, bu hali ise Yeşil Gazete'de yayımlanmıştır.
Comments