Modern İnsanın Hayatla İmtihanı*
Bu yazının amacı, modern olmanın anlamını Marshall Berman’ın Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor isimli muhteşem eserinden yola çıkarak, birkaç yüz sözcükle sınırlı kalacak şekilde, yorumlamaya çalışmak. Bugüne kadar hiçbir insanlık yapıtı için “muhteşem” dediğimi hatırlamıyorum. Sanıyorum bu, eserle ilgili hissiyatımı anlatmak için yeterli.
Marshall Berman, New York'un Bronx Bölgesi'nde doğmuş, büyümüş ve 2013 yılında aramızdan ayrılmış “Marksist hümanist” filozof olarak tanımlanıyor ilgili kaynaklarda. Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor ise yazarın en çok ses getiren çalışması; ilk kez 1982 yılında yayımlanmış ve birçok dilde onlarca baskı yapmış. İsmini, “sabitlenmiş, donmuş ilişkilerin eski ve saygıdeğer önyargı ve fikirleriyle beraber boşluğa düştüğü; yeni oluşanlarınsa daha kemikleşmeden eskidiği” modern süreci anlatmak için, Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da kullandıkları ifadeden almakta. Aynı ifade, “kutsal olanın dünyevileştiği ve insanın, hayatın gerçek koşulları ve kendi türüyle olan ilişkileriyle ayık bir şekilde yüzleşmeye zorlandığı” modern süreci tanımlamakta.
Berman ise modernizmi şöyle tanımlamakta: “Modern insanların modernleşmenin nesneleri oldukları kadar özneleri de olmak, modern dünyada sıkıca tutunabilecekleri bir yer bulmak ve kendilerini bu dünyada evde hissetmek için giriştikleri çabalar.” Berman’ın bu tanımı temel bir ayrıma dayanıyor: Ekonomi ve politikada “modernleşme”; sanat, kültür ve duyarlıkta “modernizm.” Bu iki süreç, birlikte modernite (ya da modernlik) denilen olguyu oluşturuyor. Bizlerin içine doğduğumuz ve fakat birçoğumuzun ne olduğunu anlamak için pek de çaba harcamadığımız olguyu…
Kitabı detaylı bir şekilde analiz etmek bu yazının amacını aşıyor. Ancak merak edenler için ilgimi çeken birkaç noktayı dile getirebilirim. Berman, “modernitenin dünü, bugünü ve yarını” hakkında düşüncelerini dile getirdiği bir girişin ardından “Goethe’nin Faust’u üzerinden gelişmenin trajedisi”ni yorumluyor. Sonrasında oldukça ilgi çekici ikinci bölümle okuyucunun karşısına çıkıyor: “Katı olan her şey buharlaşıyor: Marx, modernizm ve modernleşme.” Bu bölümdeki can alıcı tespit, Komünist Manifesto’nun ilk modern sanat eseri olduğudur. Sonraki üç bölümde, yazar, fikirlerini “Baudelaire’in Paris’i”, “Rus edebiyatçıların St. Petersburg’u” ve “20. yüzyıl modernliğinin simgesi New York” üzerinden tartışıyor. Bu tartışmada dikkat çeken bir nokta da bunların, New York’un Bronx Bölgesi’nde doğan Berman’ın kendi çelişkilerinden bağımsız olmayışı, belki de olamayışı.
Berman, Marxizmi, modernizm ve burjuvazinin dansı olarak tanımlıyor. Marx ve Engels, burjuva kapitalist gelişiminin sebep olduğu sorunları dile getirirken bir yandan da burjuva ideallerinin moderniteye nasıl da yön verdiğini dile getiriyorlardı. Söz konusu (kapitalist) modernite, tüm krizlerine rağmen bugün hala bir şekilde ayakta kalıyorsa bunun sebebini öncelikle, modern burjuva ideallerinin benimsenişinde aramak durumundayız. Bu arayış, bizi, Marx’ı da yeniden ele almaya sevk edecektir. Çünkü Marx, burjuvazinin yarattığı değişimin, maddi –ekonomi politik- boyutundan çok, manevi –felsefi, sanatsal vb.- boyutunu önemsemiştir. Hatta belki burjuvaziyi de ortaya çıkaran manevi süreci… Bu durum, Marx’ın, “kendi gençlik döneminin Alman hümanist kültüründen, Goethe, Schiller ve onların romantik izleyicilerinden” devraldığı gelişim idealine ziyadesiyle bağlı oluşuyla açıklanabilir. Söz konusu gelişim ideali, gerek Paris’te gerek St. Petersburg’ta gerekse New York’ta veya bugün dünyanın modernleşmekte olan diğer coğrafyalarında tepeden inmeci eğilimlerle bunlara verilen –ya da verilemeyen yanıtların- bileşiminde ifadesini buluyor.
Berman, hiç olmazsa bir noktada haklı görünüyor. Burjuvalar, “otoritelerini atalarına değil, kendi yaptıklarına dayandıran ilk egemen sınıf olmalarına”, fikir ve eylemleriyle de “insanın gelişme, sürekli değişme… kapasite ve güdüsünü özgürleştirmek” gibi bir olguya, yani moderniteye işaret etmelerine rağmen, sonraki dönemde aynı sınıfın mensupları –en azından çoğunluğu- için “gerçekten anlam taşıyan tek etkinlik para kazanmak, sermaye biriktirmek, artı-değere el koymak” olmuştur. Bugün dünyaya hakim olan kapitalist modernite olgusu da maalesef buradan beslenmekte.
Söz konusu toplumsal gerçeklikte konfor da yanlış anlaşılıyor gibi… Konfor, mal-mülk edimiyle ulaşılacak bir son değil, insan ilişkilerinde aranması gereken bir süreç. İnsan ilişkilerinin konforlu olabilmesi ise kişilerin huzurlu olmasıyla yakından ilişkili. Diğer taraftan, huzura kavuşabilmenin belki de ilk adımı, konforu bir amaç değil; araç olarak görebilmekte saklı. Bu açıdan, huzur, insanın dışındaki doğadan ziyade iç doğasıyla ilgili ve fakat bunlar arasındaki ayrım fiziksel olmaktan çok düşünsel. Bu ayrımın farkına varabilmek, günün sonunda, doğayla ve parçası olduğumuz doğadaki diğer canlı ve cansız varlıklarla ilişkimizi yeniden kurgulamamıza yardımcı olabilir. Bu farkına varış, aynı zamanda, “hayatın nasıl yaşanması gerektiği” sorusuna bir cevap bulmamıza da imkan sağlayabilir. Aksi takdirde, ölüm, trajik değil, anlamsız olacaktır.
Bu sabah, bir ölüm haberiyle uyandım. Maalesef beklediğimiz bir haberdi; ama bu daha az üzülmemiz sonucunu vermedi. Babasını kaybeden arkadaşıma şöyle dedim: “Bu hayatın nasıl yaşanması gerektiğini, yaşadığı her gün, her ortamda gösterdi.” Bu nedenle, ölümü trajik olmakla birlikte asla anlamsız değil. Epiküros’un dediği gibi “...ölüm varken biz yokuz... Biz varken ölüm yoktur... Onunla hiçbir zaman karşılaşmayacağız.”
Marshall Berman, (2013). Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, Çev.: Ümit Altuğ ve Bülent Peker, 16. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları.
* Bu yazıyı, hayatı boyunca, modern insanın tüm çelişkilerine karşı neşe ve hoşgörü ile mücadele eden Niyazi Başaran'ın anısına ithaf ediyorum.
Comentarios