Kavramlar Hiyerarşisinden Sıyrılabilmek*
“Dostum Çağdaş Dedeoğlu’na fahri Çinli olması dolayısıyla, muhabbetle...” yazıyordu, çok değer verdiğim bir dost, farklı düşüncelere saygı duyan bir insan tarafından hediye edilen kitabın hemen ilk sayfasında. Fahri Çinli olduğumdan değil tabi ki ama benim de farklı düşüncelere saygı duymaya çalıştığımı ve daha da önemlisi Çin’e, Çince’ye olan ilgimi bildiğinden kitabı okumamı istemişti. Okudum. Söz konusu kitap, “Doğu Bilgeliği Dizisi”nin ikinci kitabı olarak Say Yayınları tarafından yayımlanan, Daisetz Teitaro Suzuki’nin 1913 tarihli çalışması, Çin Felsefesi Tarihi (Özgün Adı: A Brief History of Early Chinese Philosophy). Akademik veritabanlarında yaptığım küçük bir araştırma sayesinde, kitabın, Suzuki’nin 1907 yılında The Monist isimli akademik dergide yayımladığı aynı isimli makalesinin geliştirilmiş hali olduğunu anladım. Konunun, zamanında akademik bir yaklaşımla ele alındığı aşikardı.
Şüphesiz Doğu düşüncesi, Batılılar için her zaman ilgi konusu olmuştur. Fakat bu ilginin sonucunda ortaya çıkan araştırmalar çoğunlukla -ve belki de doğal olarak- Batılı terminolojiden beslenmiştir. Ancak Çin Felsefesi Tarihi’nin bu duruma bir istisna oluşturduğu söylenebilir. Suzuki, tam 100 yıl önce Çin felsefe geleneğini kendi özgün haliyle ele alırken bu alana ilgi duyanlar için önemli bir yol açmış. Daha da önemlisi, yayınevi tarafından kitabın sonuna eklenen metinler bu yolu daha da ilginç kılmış. Bu yazı, kitabın çevirisini temel almaktadır. Bununla birlikte, kitabın ekleri, Çin ve Grek felsefelerinin karşılaştırmasını yapan bir makale, Çin felsefesini anlamaya yardımcı küçük sözlük ile konuya ilişkin önemli metinleri, önemli dönemleri ve önemli şahsiyetleri gösteren listeler meraklı okuyucuların ilgisi çekecek türden.
Öncelikli olarak kitabın ele aldığı döneme bakmak ufuk açıcı olacaktır. İ.Ö. 3. yüzyılda, Ch’in (Qin) Hanedanlığı’nın, Çin coğrafyasındaki ilk imparatorluk düzenini yaratmasının ardından özgürlük ortamının kısıtlanmaya başlaması, Çin düşüncesini de uzun bir durgunluğa itmiştir. Bu nedenle, kitapta, Ch’in İmparatorluğu döneminin de öncesine gidilmekte, Çin düşünce sisteminin izleri buralarda sürülmektedir. Söz konusu dönem, günümüzde en çok bilinenleri Lao-tze ve Konfüçyüs olan “felsefi ve ahlaki” düşünürlerin öne çıktığı dönemdir. Devamında gelen durgunluk dönemi ise Budacılığın Çin’e girişini bir anlamda kolaylaştırmıştır. Ardından geçen yüzyıllarda, özellikle Sung Hanedanlığı döneminde (İ.Ö. 960-1279), Budacılık bilginler arasında değer kazanırken bu gelişme, Çin düşünce tarihi açısından da canlanışı ifade etmiştir.
Suzuki’ye göre; Ch’in öncesi dönem ile Sung dönemi anlaşıldığı takdirde Çin düşüncesinin temelleri de anlaşılmış olacaktır. Bu temellere bakıldığında “Çinlilerin, Grekler ya da Hindular gibi spekülatif bir halk olmadığı” söylenebilir (Suzuki, 2012, s.32). Yazara göre; Konfüçyüsçülüğün “pratik tabiatı ve muhafazakarlığı” Çin düşüncesini derinden etkilemiştir. Yazarın üzerinde durduğu diğer iki konu ise dil ve mantıktır (a.e., s.36). Suzuki, Çin dilinin harfler yerine ideogram yani düşünceyi doğrudan belirleyen işaretlere dayanmasını felsefi ilerleme açısından bir engel olarak görmektedir ki bu iddiaya dair bir tartışmayı dilbilimcilere bırakmak daha doğru olacaktır. Mantık konusunda ise Suzuki’nin öne çıkardığı husus, Çin felsefesinin en parlak olduğu dönemde dahi Grek ya da Hindu felsefelerinde olduğu gibi mantıkla desteklenmeyişidir. Bu durum, belki de Konfüçyüsçülüğün, yani felsefi bir yaklaşımın Konfüçyanizme, yani dine dönüşmesinin, dogmatikleşmesinin ardında yatan sebeptir. Dahası, onun, bir din olarak Hinduizm ile arasındaki temel fark da buradan kaynaklanmakta olabilir.
Bu kapsamda, kitabın amacını, sekülerizm ve dini tolerans, ataerkillik ve ahlak temaları çerçevesinde şekillenmiş eski Çin düşüncesinin okuyucuya tanıtılması olarak özetlemek mümkün. İç içe geçmiş üç konu: Felsefe, ahlak ve din kitabın alt başlıkları... Temel soru şu: Bu üç kavramı hiyerarşik olarak sıralayabilir miyiz? Sıralayabilir miyiz derken, hem bunu becerebilir miyiz hem de becermeli miyiz noktasında önemli bir soru bu. Sıralamaya kalkışmamak en doğrusu belki de... Çünkü kavramlar arasındaki hiyerarşik konumlandırma, mantığın düşmanıdır. Mantıktan yoksun bir düşünce sistemi ise var olamaz. Öte yandan, kitaba da yansıyan haliyle, Çin’deki anlayış açısından şu söylenebilir: Felsefi düşünce hayatın pratik yanına ilişkin olduğu ölçüde değerlidir Çin’de. Devamında, ahlakın, felsefeyi kapsadığı ve dinin de ahlakın kurumsallaşmış hali olduğu söylenebilir.
Belki her dönem, yaşayanına yozlaşmış gelmektedir, kimbilir... Ama içinde bulunduğumuz dönemin bana oldukça yozlaşmış geldiğinden eminim. Bu açıdan da Çin Felsefesi Tarihi’nde, karşılaştırmalı bir yöntemle ortaya konulan eleştirilerin okuyucuda aynaya bakma hissi uyandırmasını önemsiyorum. Felsefenin mantıktan uzaklaştığı, bilim adı altında, metafizik yorumlarla harmanlanmış fikirlerin insanın etik temelli bakışını zedelediği bugün, bunu çok daha fazla önemsiyorum. Bu yöntemin, Türkiye’de din kültürü ve ahlak bilgisi olarak sunulanın hangi noktalardan analiz edilebileceği ve edilmesi gerektiğine dair fikir yürütmemizde yardımcı olabileceği kanısındayım. Her geçen gün, kurumsallaşmasına katkıda bulunduğumuz hangi din ve hangi ahlak kurgusudur? Bu soruya verilecek cevabın ilk satırları acaba aşağıdaki gibi olabilir mi?
Dışarıya yolculuk edenler harici şeylere bağlıdır; temaşası içinde olanlar ihtiyaç duydukları her şeyi kendi içlerinde bulabilirler. Bu yolculuğun en yüksek şeklidir, oysa harici şeylere bağlı olan, yolculuğun en sefil biçimidir. (Lieh-Tzu)
Suzuki, D.T. (2012) Çin Felsefesi Tarihi (Çev. A. Aydoğan). İstanbul: Say Yayınları.
* Yazının kısaltılmış ve maalesef biraz da değişikliğe uğratılmış hali Gelenekten Geleceğe dergisinin "Medeniyetimiz" temasıyla yayımlanan ikinci sayısında yer almıştır.
Yorumlar