top of page

Korkudan Özgürleşebilmek...


Benim için bir yılı aşkın bir süredir izlenmeyi bekleyen bir filmdi the Lady (2011), Luc Besson’un yönetmenliğini üstlendiği 132 dakikalık dram. Sahip çıkmaya çalıştığı insanların, kendisine inananların Aung San Suu Kyi’ye hitap şekliydi “madam”, filmin ismi de buradan geliyordu. Suu Kyi, İngiliz Burma’sının (Myanmar/Birmanya) de facto başbakanı iken çalışma arkadaşları ile birlikte suikaste kurban giden Aung San’ın kızı olması dolayısıyla sahip olduğu kimliğin gereğini yerine getiriyor gözükmektedir ki bu süreç bugün de devam etmektedir. The Lady, söz konusu süreci aşk, aile, adanmışlık, cesaret, iletişim gibi kavramlar çerçevesinde tarihten kesitler vererek yansıtan bir film olarak izleyicinin karşısına çıkıyor.

Film, küçük bir kız çocuğunun babasız, ülkenin ise lidersiz kalışını anlatan sahnelerle başladıktan sonra 1980’ler ve 1990’lar arasında gidip gelen bir seyirle devam ediyor. Ama özellikle Suu Kyi’nin ölüm döşeğindeki annesi Khin Kyi’yi ziyaret etmek amacıyla Oxford’tan Rangoon’a (Yangon) döndüğü 1988 yılı ile eşi ve en yakın dava arkadaşı Michael Aris’i kanserden kaybettiği 1999 yılı arasındaki zamana odaklanıyor. Bu zaman diliminde sadece Myanmar açısından değil, Türkiye açısından da dikkate değer birçok sahne öne çıkıyor. Diktatör U Ne Win, Suu Kyi’ye karşı başlangıçta –falcıdan da aldığı tavsiye doğrultusunda- durumu idare eder bir tavır takınırken Aung San’ın güçlü mirasını yeniden dirilterek diktatöre karşı mücadele etmek isteyen grupların Suu Kyi’nin etrafında bir araya gelmeye başlamasıyla iktidar tarafından alınan “önlemler” sertleşmeye başlıyor. Tam da bu sırada, diktatörün, emrindeki subaylara dönerek, “hapishanelerimiz yeterince büyüktür” dediği duyuluyor. Türkiye’de yaşayanlar için ne kadar da tanıdık bir yaklaşım, olağan hali yönetemeyenlerin kolaylıkla olağanüstü hale geçiş yapmaları…

Kadın veliahdın liderliği etrafında şekillenen örgütlenme yavaş yavaş güç kazanırken “özgür ve adil seçim” talebi de yükselmeye başlıyor. Suu Kyi’nin propaganda konuşması öncesinde bir muhabir “Oxford’ta iki çocuğuyla ev hanımlığı yaparken şimdi Birmanya’ya gelecek aşılıyor” şeklinde özetliyor gelişmeleri. Ancak bizler hiçbir şeyin tesadüf eseri ortaya çıkmadığını anlıyoruz; gerek Oxford’ta gerekse Myanmar’da yaşananların farkına vardıkça. Özellikle olağan ataerkil koca profilinin oldukça dışına çıkan Michael ile ilişkilerinin resmediliş şekli, Suu Kyi’nin davasının aslında sadece onun davası olmadığını da gözler önüne seriyor. Budizm’e inanan Suu Kyi, öncelikle eşinden aldığı destekle Myanmar’ın köylerinde, Gandhi’nin geçmişte Hindistan’ın köylerinde yaptığına benzer girişimlerde bulunurken beyaz bir Mercedes ile resmediliyor; buna karşılık diktatörün Mercedes’i siyah renkte.

Toplantı ve eylem hakkının güvenlik (!) güçlerince engellendiği bir günde, babasının vurulduğu sahnenin bir benzerini tecrübe eden Suu Kyi, öldürülmekten son anda kurtulduğu bu cesaret gösterisinin kulaktan kulağa aktartılmasıyla Myanmar insanının gözünde kahramanlaşıyor. Bu ise şiddetsiz direnişe önemli bir ivme kazandırıyor. Suu Kyi’nin de babası gibi büyük bir şehit olmasını istemeyen diktatör, Suu Kyi’yi ev hapsine mahkum edip kampanyasının destekçilerini de Insein Hapishanesi’nde alıkoyuyor. Suu Kyi ise bunu protesto etmek amacıyla açlık grevine başlıyor. Michael, eşinin bu durumdan kurtulması için uluslararası kamuoyunun etkili olacağı düşüncesiyle Suu Kyi adına Nobel Ödülü’ne başvuruyor. 1990 yılında, Suu Kyi liderliği etrafında örgütlenen Demokrasi için Ulusal Lig (National League for Democracy) 40 yıl sonra gerçekleşen seçimlerde parlamentodaki koltukların % 80’ini kazanıyor. 1991 yılına gelindiğinde ise Suu Kyi, Nobel Barış Ödülü’nü kazandığını hapis tutulduğu evinde öğreniyor. Ödül konuşmasını sonraki yılların politik aktivistlerinden büyük oğlu Alexander yapıyor ve konuşmanın bir yerinde şöyle diyor:

Randoon’da gerçekleşen yalnız çabanın, dünya üzerinde gerçekleşen tüm çabaları temsil ettiğini, insan ruhunun politik tiranlıktan ve psikolojik reddedişten ayrılmadığını unutmamalıyız.

Politik tiranlık ve psikolojik reddedişe hiç de uzak olmayan insan ruhu ya da doğası… Ne kadar açıklayıcı bir ifade... Suu Kyi’nin evini kontrol altında tutan güvenlik güçlerinin amiri, merakla kendisine içeriden yükselen piyano sesinin ne olduğunu soran diğer üniformalıya “müzik” diyor, sesi ilk kez duyduğu zaman Michael’in kendisine söylediği gibi. O an anlaşılıyor insanın bilinmezden nasıl da korktuğu ve aslında yönetim sorununun bilinmezliklerin ötekileştirilmesinden kaynaklandığı. O yüzden Suu Kyi, “korkudan özgürleşme” yazıyor büyükçe bir kağıda, ev hapsi günlerinden birinde. Hemen devamındaki sahnede Amerika ve Avrupa ile Asya arasındaki dengede sıkışıp kaldığı anlaşılıyor Myanmar’ın, söz konusu denge nedeniyle ev hapsi bir süre için sona erse de yine aynı denge nedeniyle mesele sürüncemede kalmaya devam ediyor.

The Lady’de kamera yeniden 1998’ye çevrildiğinde, Michael, eşinin yanına gidemediği yılların ardından en azından kanser olduğunu haber vermek, onu son bir kez görebilmek için defalarca reddedilen vize başvurusunu yeniliyor. Ardından umutsuzca yazıyor eşine, hastalığını haber veriyor. Michael Aris, Mart 1999’da 53. doğum gününde öldüğünde Suu Kyi yanında dahi bulunamıyor, Myanmar’ı terk ederse geri dönemeyeceği için.


Bugün, hala, Myanmar’da siyasi mahkumların sayısı oldukça yüksek ve ev hapsi 2010’da sona eren Aung San Suu Kyi 2015 Genel Seçimlerini hedefliyor. Yine bugünlerde, Müslüman azınlık Rothingya’ya uygulanan şiddete karşı sessiz kalmakla suçlanıyor. O ise şiddetin tek taraflı olmadığı savunmasını yaparken yalnızlaşıyor. Yabancıyla evli olanların siyasi kariyer yasağı ise hala geçerli… Myanmar’ın hikayesine Türkiye’den bakan birisi, ilk anda kendi hikayesinden çok uzak bir gerçekliği izliyor hissine kapılsa da bu histen kısa sürede kurtulur. Bunun yolu, ülkede son birkaç yıldır yaşananları hatırlamaktan geçer. Dilimizdeki sözcükler, bir cümlede kullanılmasalar dahi birçok şeyi ifade etmeye yetiyor: Alıkonma, korku, üzüntü, ölüm... The Lady’yi vizyona girdiği 2011 yılında izlemek ile bugünkü toplumsal gerçekliğimiz ışığında izlemenin arasındaki fark, söz konusu sözcüklere yüklediğimiz anlamlarda kendini göstermektedir. İnsan hayatı kırılma ve bükülmelerden ibaret, tıpkı doğadaki diğer canlılar gibi. Sözcüklere bugün yüklediğimiz anlamlar, kırılmaların artmasıyla yakından ilgili. İnsan, hem kendi hayatında hem de politik hayatta kırılmaları en aza indirgeyen yaklaşımın peşine düşerse bu durumun üstesinden gelme şansını yakalayabilir ki bunun yolu korkudan özgürleşebilmekten geçiyor. Suu Kyi de bu nedenle “lütfen bizim özgürlüğümüz için kendi özgürlüğünüzü kullanın” diye seslenmiyor mu “özgür” dünyaya?

bottom of page