top of page

Çevirenin Önsözü - Eleştirel Düşünme İçin Bir Rehber (V.R. Ruggiero)


Şu anda elinizde tuttuğunuz kitabın Türkçeye çevrilmesi fikri Eleştirel Düşünme, Yaratıcılık ve Girişimcilik dersini üniversitede ilk kez vermeye başladığım dönemde, giriştiğim kaynak arayışları sonucunda ortaya çıktı. Arayışlarım sırasında, eleştirel düşünme alanında daha önce Türkçeye çevrilmiş bazı kaynaklara rastlamış fakat karşılaştığım içerikten tam olarak tatmin olmamıştım. O esnada Duyguların Ötesinde (Eleştirel Düşünme İçin Bir Rehber) derin fakat kolay anlaşılabilir bir eser olarak dikkatimi çekti. Söz konusu kitap, eleştirel düşünme için bir rehber olma iddiası taşıyordu. Sonraki dönemde öğrencilerimle bu kitap çerçevesinde gerçekleştirdiğimiz tartışmalar bir yandan oldukça keyifli diğer yandan da düşündürücüydü. Keyifliydi çünkü öğrencilerin birçoğunun felsefeye, yani düşünmeye ne kadar aç olduğunu görmek umut vericiydi. Düşündürücüydü çünkü ülkemizde buna benzer bir öğrenme sürecinden geçememiş milyonlar vardı.


Evet, Soğuk Savaş yıllarında doğmuş milyonları kastediyorum. “Sen karışma,” “sen anlamazsın,” “küçüksün daha,” “kendi işine bak,” “üzerine vazife olmayan işlere karışma,” “aman evladım” diyen milyonları… “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diye bir söz de Türkçeye girmiş durumda. Tüm bunların yanı sıra “emir demiri keser,” “emir büyük yerden,” ya da “kocaya karşı gelinmez,” “babaya, anneye karşı gelinmez” gibi iktidarın sorgulanamaz oluşunu ima eden ifadelerle de sıklıkla karşılaşıyoruz. Bunlar insanın inanç ve fikir sahibi olmasını, inanç ve fikirlerini özgürce savunmasını ve sonuçta hayatını kendisi gibi yaşamasını zorlaştıran kavramsallaştırmalar… Beğenmediği–ve aslında aşina olmadığı–herhangi bir inanç, fikir ya da eylemi tartışmak ve eleştirmek yerine görmezden gelmek, engellemek ve hatta sahibini öldürmek tercihlerine yönelen bir insan tipiyle karşı karşıyayız. Kitabı çevirmeyi biraz da bu nedenle istedim. Belki bu şekilde tartışma kültürünün ve eleştirel düşünme pratiğinin üniversitenin dışına taşarak toplum geneline yayılmasına bir nebze katkıda bulunabilirim. Burada iki temel tespiti önemsiyorum. Öncelikle eleştiri kötü bir şey değildir. İkinci olarak da insan inanç, fikir ve eylemleri hakkında eleştirel bir biçimde düşünebilmelidir. Bunun adı özgürleşmedir.


Nur Vergin, Siyasetin Sosyolojisi başlıklı kitabında, “özgürlükleri keşfetmiş olan Aydınlanma, disiplini de icat etmiştir” der.[1] Bu ifadeye kısmen katılmakla birlikte eksik kaldığını düşünüyorum. Aydınlanma bazı özgürlükleri insanın önüne koyarken diğer bazılarını ise ortadan kaldırmıştır. Disiplini ise icat etmemiş, sadece yeniden tanımlamıştır. Aydınlanma, insana aklını kullanma cesareti aşılarken önceki yüzyılların iman esaslı çerçevesi yerine ve ona alternatif gibi görünen akıl esaslı bir çerçeve sunmuş ve şöyle seslenmiştir insana: “Dünyaya, bu yeni çerçeveden bakmalısın.” Peki, ama nasıl?


Batılı düşünme tarzı disipline edici bir rasyonellik anlayışından beslenir ve bu anlayışı besler. Bahse konu anlayış, çerçeveleyip dışında bırakmaya yatkındır ve bu, tektanrıcı dinlerin ortaya çıkışından itibaren insanın alışık olduğu bir durumdur. Bu açıdan Aydınlanma’nın getirdiği yenilik, sadece çerçevenin adının değiştirilmesidir; çerçevenin yoktan var edilmesi değil. Aydınlanma’yı önceleyen Rönesans ve Reform süreci, devletin, kiliseden ayrılmasına yol açarken kilise tarafından çizilen çerçeveye alternatif bir çerçevenin kral iktidarının gölgesinde çizilmesi sonucunu doğurmuş, Aydınlanma ise bu çerçevenin burjuva ideolojisi tarafından yeniden çizilmesi anlamına gelmiştir. Marx ve Engels, Komünist Manifesto’da burjuvanın başkaldırısını bu nedenle alkışlamış, lakin söz konusu başkaldırının devrim iktidarına dönüştüğü ilişkiler konusunda okuyucuyu uyarmışlardı.[2] Haklı çıktılar.


İslam coğrafyasında ise yukarıdaki deneyimin ara aşaması yaşanmamış gibi. İman esaslı çerçevenin dönüşümünde Rönesans, Reform ve Aydınlanma’yı yaşayamadan kapitalist dönüşümü yaşamak durumunda kalan bu coğrafya, dini de içine alan kültürün sağladığı iktidar olanakları açısından Batılı ama bilim ve teknoloji bağlamında Batı’nın gerisinde. Bu açıdan “Orta Doğu aslında Doğulu değildir” denilebilir. Batılı olmayı becerememiş–kısmen becermek de istememiş–bir Orta Dünya[3] var karşımızda. Bu açıdan “Batı’nın ahlakını değil, bilim ve teknolojisini almak” deyiminin tam tersinin gerçekleştiği söylenebilir. Bilim ve teknolojiden yoksun (ki felsefe ve sanat da eklenebilir listeye) bir burjuva ahlakı Orta Dünya’ya akmış durumda. Türkiye’nin hem Batı ile Doğu arasında hem Kuzey ile Güney arasında kalışı bu nedenle coğrafi bir durumdan fazlasına işaret etmektedir. Elimizdeki kavramların çoğu Batı’da üretilmiş olup henüz pek de farkında olmadığımız ya da görmezden gelmek istediğimiz tartışmaların sonucunda ortaya çıkmışlardır.


Immanuel Kant, Saf Aklın Eleştirisi’nde, kavramların düşünmeye hizmet ettiklerini söyler.[4] Kavramlarla düşünme arasındaki ilişkinin daha fazla irdelenmesi gerektiği kanaatindeyim. Kitabın çevirisi sırasında dikkatimi çeken ve üzerine düşünme fırsatı yakaladığım birkaç noktayı burada paylaşmak istiyorum. İlk nokta, argument ile assertion sözcüklerinin kullanılışındaki tercihimle ilgili. Argument sözcüğünü bile isteye iddia şeklinde çevirdim ve başına “bilimsel” sözcüğünü eklemedim. Bu tercihin arka planında, iddianın bilimsel veya felsefi temellere dayanabileceği ve bilimsel veya felsefi akıl yürütme yollarından geçilerek ortaya konulmamış iddiaların toplumda saygı görmemesi gerektiğine dair bir anlayış yatmaktadır. Assertion sözcüğünü sav şeklinde Türkçeleştirirken de aynı anlayışı temel aldım.


Öte yandan gerçeklik ve doğru arasındaki ilişki ile buna bağlı çeviri tercihlerim üzerinde biraz daha fazla durmalıyım. İngilizcede true, truth, correct, real, reality vb. birbirine yakın anlamda sözcükler mevcut. Türkçede de gerçeklik, hakikat, doğru ya da yanlış sözcüklerini çokça kullanıp birbirleriyle ilişkileri hakkında pek düşünmüyoruz. Bu çeviriyi fırsat görüp söz konusu ilişki hakkında bir tanım denemesinde bulunabilirim. Gerçek (real) ve gerçeklik (reality/truth), kendimizi ve çevremizi algılarken dayandığımız esaslar, Hakikat (Truth) bu esaslar arasında hiyerarşik olarak en tepeye yerleştirdiğimiz ve değişmez gördüklerimiz–ki genellikle bu değişmezliğin ifadesi Tanrı olagelmiştir–; doğru (true / correct) veya yanlış (false / wrong) ise gerçekliği ifade edişimizin mantıki değerine ilişkindir. Hakikatin “H”sinin (ve Truth’un “T”sinin) büyük yazılması hayattaki gerçekliklerin insan için “dokunulmaz” oluşuyla ilgilidir. Fakat Hintli düşünür Rabindranath Tagore’un dediği gibi “Evrenin Hakikati, insan Hakikatidir.”[5] Dolayısıyla, insana ait hiçbir gerçekliğin tanımlanması için ayrıca Hakikat ifadesine gerek olmadığını düşünüyorum. Bu nedenle, truth sözcüğünü gerçeklik olarak çevirmeyi tercih ettim. Burada önemsediğim iki nokta, insanın, gerçekliğini kurgulama süreci ve bu kurguya başkaları tarafından saygı duyulmasıdır.


Örneğin, dağın eteklerindeki bir köyde doğmuş çocuğu ele alalım. Dağın ve ovanın anlamlarının çocuktaki karşılıkları hakkında düşünelim. Çocuğun küçük yaştan itibaren gerçekliği algılayışı nasıl şekillenebilir? Bu çocuğa, dağın ve ovanın farkını nasıl anlatabiliriz? Dahası, çocuğun bir gün dağın yamacından aşağı baktığında gerçekliğin ani dönüşümüne maruz kalmasını engellemek için ne yapılabilir? İnsan, kendisine öğretilene inanır. Dolayısıyla, söz konusu çocuğa dağın eteğinde doğup büyüdüğü ve dağ ile ovanın kavramsal içerikleriyle diğer ilgili kavramlar öğretilmezse çocuğun gerçekliği en basit ifadeyle eksik kalacaktır. Daha ciddi meselelerde ise travma kaçınılmazdır.


Gerçekliğin öğretilenler ışığında keşfedilmesine bağlı bir diğer çıkarım, başkalarının gerçekliklerine saygı duyulması gerektiğidir. Öte yandan göreceli olan doğru değil, gerçekliktir. Yukarıda bahsedilen çocuğun gerçekliği, onun algısına bağlıdır ve saygı duyulması gereken nokta burasıdır. Ancak bu, çocuğun gerçekliğinin her zaman doğru olduğu anlamına gelmez, sadece ona ait olduğu anlamına gelir ki bu aidiyetin nasıl oluştuğunu yazar, kitabın ilgili bölümünde gözler önüne sermektedir. Söz konusu tartışma, ahlaki doğrular açısından daha da zordur. Hatta işin içine evrensellik-tikellik ayrımı girince durum daha da zorlaşır. Gerçekliğimiz içinde doğru kabul ettiğimiz tikel ahlaki önermelerin evrensel ahlaki önermelerle ilişkisini nasıl kurabiliriz? Bu soruyu önemsiyorum ve eleştirel düşünmenin bu soruya verilecek bir yanıt için elzem olduğuna inanıyorum. Algıladığımız gerçekliğin, sırf onu algıladığımız için gerçek kabul edilmesi ve buna saygı gösterilmesi gerektiğini düşünmekle birlikte, söz konusu kişisel hikâyenin doğru olmayabileceğini ve dahası gerçekliğin her zaman değişebileceğini de vurgulamak istiyorum. Ancak söz konusu değişim ve farkındalığın temel aktörü, bireyin kendisi olmalıdır.


Bu önsözün bir başlığı olsa sanıyorum “Gerçekliğin İnşasında Düşünme Biçimimiz” olabilirdi. Yukarıdaki tartışmaların kitabı mutlak biçimde takip edilecek bir rehber olmaktan çıkaracağını umuyorum. Duyguların Ötesinde “nasıl düşünmeliyiz” gibi iddialı bir soruya yanıt vermeye çalışırken yazıldığı dönemin bilimsel ve pedagojik üslubunu da ister istemez yansıtmaktadır. Diğer taraftan elinizdeki kitabın belki de en güçlü yanı, Yazar Ruggiero’nun verdiği yüzlerce örnek ışığında birbirinden farklı ne kadar çok görüşün var olabildiğini okuyucuya göstermesidir. Örneklerin daha çok Amerika Birleşik Devletleri’nden ve Yahudi-Hıristiyan kültürlerinden seçilmesi Türkçe okuyucusu için ilk anda uygunsuz gelebilir. Fakat ben bunu, meselelere eleştirel bir gözle bakabilmek için bir avantaj olarak görme taraftarıyım. Buradan çıkacak kısadan hisseyi kendi adıma iki cümleyle özetleyebilirim. Kendimize yönelmesini istemediğimiz hiçbir davranış biçimini başkalarına yöneltmemeliyiz. Bunu fark edebilmek içinse belli bir bilinç düzeyine ulaşmalıyız, eleştirel bir biçimde… Bu eleştirel bilincin oluşmasında bir küçük tuğla olarak gördüğüm bu kitabın Türkçeye kazandırılmasına aracı olan Alfa Yayınları’na teşekkür ediyorum.


[1] Nur Vergin, Siyasetin Sosyolojisi, İstanbul, Doğan Kitap, 152.

[2] Karl Marx ve Frederich Engels, Manifesto of the Communist Party, Şubat 1848, https://www.marxists.org/archive/marx/works/download/pdf/Manifesto.pdf (Erişim Tarihi: 29 Mayıs 2017)

[3] Tamim Ensari, İslam’ın Bakış Açısından Dünya Tarihi, İstanbul, Pegasus, 2015.

[4] Immanuel Kant, Critique of Pure Reason, Second Division “Transcendental Dialectic” Book I “The Concepts of Pure Reason,” Çev. F. Max Müller, New York, The MacMillan Company, 1922[1896], 253 [312]

[5] “When Einstein Met Tagore: A Remarkable Meeting of Minds on the Edge of Science and Spirituality,” Brainpickings, Nisan 2012, https://www.brainpickings.org/2012/04/27/when-einstein-met-tagore/ (Erişim Tarihi: 29 Mayıs 2017)


Kaynak: Dedeoğlu, Ç. (2017). "Çevirenin Önsözü," Eleştirel Düşünme İçin Bir Rehber (Vincent Ryan Ruggiero) içinde, Çeviri: Çağdaş Dedeoğlu. İstanbul: Alfa Yayınları, 9-14.



bottom of page